21 Kasım 2008

MUŞMULA PARKURUNUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

İNSANLAR KAYBETMEKTEN KORKTUĞU İÇİN,
SEVMEKTEN KORKUYOR.
SEVİLMEKTEN KORKUYOR,
KENDİSİNİ SEVİLMEYE LAYIK GÖRMEDİĞİ İÇİN.
DÜŞÜNMEKTEN KORKUYOR

SORUMLULUK GETİRECEĞİ İÇİN
KONUŞMAKTAN KORKUYOR
ELEŞTİRİLMEKTEN KORKTUĞU İÇİN.
DUYGULARINI İFADE ETMEKTEN KORKUYOR,
REDDEDİLMEKTEN KORKTUĞU İÇİN.
YAŞLANMAKTAN KORKUYOR,
GENÇLİĞİNİN KIYMETİNİ BİLMEDİĞİ İÇİN.
UNUTULMAKTAN KORKUYOR,
DÜNYAYA İYİ BİR ŞEY VEREMEDİĞİ İÇİN.
VE ÖLMEKTEN KORKUYOR,
ASLINDA YAŞAMAYI BİLMEDİĞİ İÇİN...
WILLIAM SHAKESPEARE


GEMLİK- KURT KÖY MUŞMULA YÜRÜYÜŞÜ

Muşmula parkurunda geçen yıl yürürken güz serinliğinde sarı renkten kızıla ve sonra kahverengine dönüşen renk cümbüşünü, yağmurda ıslanıp her birimizin ne hallere düştüğünü Gülay’ın da fotoğraf makinesine kaydetmesini çok istemiştim…
Şimdi GEMLİK-KURTKÖY parkuru için bu kez Gülay’la birlikte yine yollardayız. Eskihisar feribot… Sonra Yalova… Orhangazi derken Bursa/Gemlik’teyiz…
Gemlik’te ilk iş Gülay’ı; demirci ve bıçakçıların bulunduğu belki de yüz yıllık arastaya (dar sokaktaki çarşı) götürdüm…
Buradaki demircinin körüğüyle ateşi alevlendirişini ve örsteki demiri kendi imal ettiği bir aygıtla dövmesini kare kare fotoğraflamayı öylesine istedim ki anlatamam… Özellikle de İcadı olan örs ve çekiç makinesini kaydetmeyi çok istedim…
Fotoğraflayamazdım… Çünkü fotoğraf makinemiz geçen hafta arızalandı…
Elimizde makinemiz yoktu… Ama usumuzda her bir bakışı her bir hareketi nasıl yakalarım düşüncesiyle bakma alışkanlığını devam ettiriyorduk…
Bu alışkanlık doğrusu yıllardır doğa yürüyüşlerinde çektiğimiz fotoğraflardan mı? Kaynaklanıyor du? Yoksa içselliğimizden mi? Ya da doğaylabaşbaşalığın verdiği huzurun siz okur veya bakarlara da yansıtılma isteğinden mi? Öncelik veremiyorum… Hangisi bir diğerinin önündedir… Yoksa… Bana Gülay’ın zorlamasıyla katıldığım “İFSAK” ta ki fotoğrafçılık kursunda edindiğim bir alışkanlık mı?
John Berger ile Jean Mohr’un bir kitabında bahsettiği gibi:”Anlatmanın başka bir biçimi” imiş fotoğrafçılık… Ondan mı?
Unutmadan aktarayım; Berger dünyanın önde gelen sanat eleştirmenlerinden Mohr ise; dünyaca ünlü bir fotoğrafçı…
Jean Mohr; kitabında “ben fotoğraflarımı açıklama, onların hikâyelerini anlatma ihtiyacını genellikle hissederim. Nadiren de bir görüntünün kendi kendine yettiğini bilirim… Diyor”
Ben ve eşimin düşüncesi; doğrusu bu alanda profesyonel değiliz ama: Özellikle doğada ve doğanın bir parçası olan köylerde veya köydeki bir köşede çekilen bir fotoğraf; bakan kişiye hiçbir açıklamaya fırsat vermeden bir şeyler anlatabilmeli, o fotoğraf dillenmeli kendi kendini anlatabilmelidir… Amacımız bu konseptte o” anı” yakalayabilmek.…

İşte bu görüntüyü aramak ve elde etmek için yürüyoruz…
Bulduğumuz an “Doğa bizim parçamız biz doğanın parçası oluyoruz… Aynı dilden konuşmaya başlıyoruz…” Ve anladığımızı alıp, dondurup o anı sizlere vermeye gayret ediyoruz… Şayet çektiğimiz fotoğraf içindeki görüntüleri, bir tramplenden atlar gibi sizin üzerinize atlatabiliyorsak ne mutlu bize…
Doğrusu… “Ne mutlu bize sözcüğünü” ister istemez yazıverdim… “Usumdaki düşünce sadece” o an bizim ne hissettiğimizdir”…
O an” öylesine kıymetli bir an ki; bizim de doğa kadar köylülerin ve mazide kalan zanaat erbaplarının: İşlevsel görüntülerini kaydederken görüntüden daha çok bizi duygulandıran içimizi kıpraştıran tanımlayamayacağım “o anı” edinimlemeyi arzuluyoruz…
Samimi olmak gerekirse; “O an” sadece odaklandığım obje ve ben varım… Başka hiç kimse yok…“O an” bizim kadar bakanı da etkileyeceği veya o işlevsel görünümün hayal dünyasında yeni tanımlar yaratacağı bir deneyim bizde iz bırakmasını ve baktığımızda yine yaşatmasını arzuluyoruz…
Demirci ustasının; Demir döven elleri ve alnındaki kırışıkları yaşının daha ellilere varmamasına karşın toprağın yüzünü yansıtması belli ki yaşamı zorlu geçmiş diye düşündürüyor…
Yürüyüş başladığında yamaçlardan vadiye doğru baktığımızda güzün hazinli bakışı ile karşılaşıverdik… Tüm güzelliklerini kaybettiği sanısını yaşayan; sarımsı kahverengimsi doğa ananın: Dudakları kundakta anne sütünü bekleyen ağlamaklı bebeğin dudakları gibi büzülüveriyor… Siz de ona kendi enerjinizden bir şeyler veriveriyorsunuz… Az sonra doğa ananın gülümsediği ve tüm toparladığı gücü altında kalmak istemişçesine size veriveriyor…
Koşturuyorsunuz yamaçlardan, vadi tabanına doğru… Düz bir patika sizi sıralı muşmula ağaçları ile tanıştırıyor… Ayakizleri; her biri muşmula(döngel) ağacı ile bütünleşiveriyor… Bu olgunlaşmış yok bu olgunlaşmış… Bu olgunlaşmışları aman torbalara koymayın yiyiverin deyiveriyor… Bizim gibi gözü açıklar Hüseyin Beyin peşinde ne de olsa o yenecek muşmulaları bilir…
Bir diğeri Ayakizi’nin; yok bu sene muşmulalar henüz olgunlaşmamış ve çok az… Yorumları ekleniveriyor…
Yürüyüşümüz bazı zamanlar yağmur atıştırmaları ile devam ediyor… Ta ki Yalova/ Kurtköy’e varıncaya kadar… Hava kararmış aşağı iniyoruz, patikalardan kıvrıla kıvrıla baktım arkamdan inek sürüsü geliyor… Kenara çelip KEEOHHHH! Diye bağırıverdim… Ne bileyim? Bu Cümleciğin, İNEKÇEDE “bana doğru gel anlamını” taşıdığını… Hazırlıksız yakalandık ben bir yana Gülay bir yana nasıl kaçıyoruz… Bir yandan da gülüyoruz… Gülay o an kararını verdi “ önümüz deki ay inekçe kursuna yazılacağız… Daha bu korkuyu atlatmadan bu kez karanlık içinde beliren ve yürüyenlere çarparım düşüncesinden uzak bir atlının üzerimize doğru gelişine tanık olduk bu kez nerelere savrulduğumuzu bilmeden kendimizi bir yarın başında bulduk… Gülüşmeler… Yürüyüş Kurt Köyde sona erdi… Öylesine terlemiştik ki… Hemen yedek kıyafetleri giyiniverdik… Sanki banyo yapmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz…
Köy meydanındaki kahvehanenin bahçesinde ızgara hamsi ve karalâhana çorbası ve helva ziyafetinden sonra… Arabalı vapur yolculuğunu takiben İstanbul’dayız…
Usumuzda: Demirci ustasının kendi imali örs ve çekiç aygıtı… Bir iniyor bir kalkıyor… Alaca karanlıkta üzerimize yürüyen inek ve atına yan binmiş atlı…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ- 15KASIM2008
İSTANBUL

12 Kasım 2008

KILIÇKAYA ZİRVESİNDE

DÜŞÜNCENİN DOĞASI
Yazıma, bu hafta sonu yapmış olduğumuz KILIÇKAYA zirvesine çıkışımızı anlatmak için başlamıştım…
Ne yazayım düşüncesi… Neden tırmandığıma dönüşüverdi…
Bu düşünceye iten ise 1525 metre rakımda eşimle birlikte hissettiklerimiz idi…
Yani… Kondisyonumuz yetecek mi? Çıkışta zorlanacak mıyız? Düşüncesinden çok…
Beklemediğimiz daha doğrusu alışılagelmediğimiz ne gibi sürpriz şeylerle karşılaşacağımız ve bizi nasıl etkileyecek… Düşüncesi idi…
Bu satırlarımı okuyan siz okurlardan da…
Ne bu kardeşim!…
Sanki… K2’ye… Everest’e, ne bileyim hangi “enlere” tırmanmış yapar gibi bir anlatımın var… Diyerek daha okumadığın yazımı okumamaya karar vermiş gibi bir hal içinde olduğunuzu hissediyorum...
Aklıma; daha “zirveye çıkışı” anlatmaya başlamadan bir feylesofun “Heidegger’in: “Düşünmek ne demektir” kitabından çok özet olarak söyledikleri geliveriyor…
“Özne’nin; onu yanlış yönlendirebilecek birikimi, düşünme sürecine katarak; düşünme daha başlamadan onu yönlendirmemesi gerek. Daha en başından düşünmenin sınırlarını belirler, onu bir kanal içine sokarsak düşünme eylemi taraflılaşır, sakatlanır.”
İşte siz de düşüncenizi sakatlamadan, ön yargıya kapılmadan yazımı okursunuz sanırım?
Benim ve eşimin: “Doğadan ve onun verdiği ve sürükleyeceği ilhamı tatma ve deneyimleme düşüncemizi ve ne elde etmek istediğimizi daha iyi anlamış olursunuz…
Ama siz yineleyip şöyle diyorsunuz:
_Oysa Feylesof Schopenhauer’e göre de “okumak insanın kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir”…
_Ben ise; size yine aynı feylesofun sözleriyle cevap veriyorum…
_ “Schopenhauer; okumakla düşünmek arasında ters bir ilişki kuruyor ama… Ne kadar çok okursak o kadar az düşünürüz. Çok okuyanlara “kitap feylesofu” diyor ve okumak yerine “ilhama dayalı düşünmeyi” öne çıkarıyor”…
Kapkaranlık bir güz sabahı, serinlik insanın içini ürpertiyor; Mecidiyeköy’ün minibüsteki köftecisi, sanırım serin havanın etkisinden, o kadar dinamik görünüyor ki sanki sabahlayan o değil?
Gülay’la birlikte Atilla Kaptanın aracında bu kez SAKARYA-ALİFUATPAŞA-KILIÇKAYA’ YA yolculuk halindeyiz…
Yolculuğumuz doğruyu söylemek gerekirse uykulu ve o kapkaranlık havanın insanı soktuğu “derin bir huzursuzluk” içinde başladı… Henüz doğa tüneline giremeden uyku tüneline girmiştik… Yol boyunca uyumuşuz…
Havanın berrak ve aydınlık hali, Ali Fuat Paşa’da yüzümüze vurduğunda “Doğa tüneline girmeyi arkadaşlarla sarmaş dolaş olmalar da hızlandırmıştı…
Kapı orman Dağlarının eteklerinde araçla TARAKLI İLÇESİ HARK Köyüne kadar geldik… Adı öylesine dikkatimi çekti ki; Yangın, yanmak anlamına gelen bu adın neden konduğunu aklımdan geçirirken…
_Kaptan Atilla Beyin: “Bu Köy bu kadar kalabalık olmaz düğün var! “ Sözleriyle; daha yürüyüş hazırlığını yapmadan doğruca düğünün nerede yapıldığını görmek ve birkaç poz yakalarım ümidiyle seğirtiverdim. İyi ki de seğirtmişim…
Bayanların duvar kenarından sakınarak uzaktan izledikleri düğün evini buldum ve ne göreyim sadece erkekler oynuyor… Damadı oynatıyor… Damat “laci” leri giymiş… Yüzündeki ifade özgüvenden daha çok ikircikli bir halde… Ben doğru mu yapıyorum… Düşüncesi hâkim… Erişkinlerde onları izliyor…
İlk kaydettiklerim beni birden muhabir düşüncesine sokuvermişti kendimi “haber atlatan muhabir gibi görüyordum” çünkü bu kayıtlar sadece ben de vardı…

Sıra onları Gülay’la birlikte güzel bir “kısa süreli görüntüleme” haline getirip yayınlamak ayrı bir keyif verecekti…
Çekimi kısa kesip… Koşarak gruba yetiştim… Hark Köyünü çıkıp Kılıçkaya’ya tırmanma yoluna girmişlerdi…
O!!! Bu kez orman ile tarlaların kesiştiği yerde çiçeklerle bezenmiş bir tarla tam tamına mevsimin çiçekleri? Bu çiçeklerle ilgili bakın Hüseyin Bey ne diyor: “Sevgili ayak izleri, tarlaların etrafına göz alıcı çiçekler ekmek, Anadolu’da eski çağlardan beri süre gelen bir gelenektir. Bu çiçekler bir anlamda tılsımdır. Kem gözlere şiş misali, kıskanç ve zarar verici nazarlar bakışlar, tarladaki bereketli ürünü görmeyip, çiçeklerde yoğunlaşsın diye.”
Sonra sizi sizden geçiren Köknar Ormanı” renkleri bozaran eğrelti otlarına; sanki dimdik, gururlu ve yemyeşil renkleri ve bilge kişiliğiyle yılkılığa meydan vermemek için; Dinamik ve olumlu enerji veriyorlardı.
Bu enerjiyi almadım dersem yanlış olur beklediğiniz de bu değil mi?
Sizin yorgunluğunuzun izafi olduğunu tanımlayan duygu bu değil mi?
Değil diyorsanız! Hemen cevap vereyim…
_Sizin ya elinizde doğal ortamı bozan sesi sonuna kadar açılmış o mekanik sesiyle dır dırlanan ya bir radyo ya da kulağınızda bir müzik çalar… Vardır… Nerede kaldı o doğa ve doğaylabaşbaşalık?
_Ya belki siz hoşlanıyorsunuz da benim doğamın sessizliğini neden bozuyorsunuz?
_Hayır der gibisiniz? Doğal ortamı bozan ben değilim! Der gibisiniz?
_Köknarlar; mağrur duruşları ve esen yelle birlikte salınımlarıyla birlikte “sen onlara aldırma”; onlar da zamanla:Doğanın duruluğunu sizin gibi içselleştirip, doğanın duru ve yaşayan bir yerleşik değer olduğunun farkındalığını yakalayıp, Keyif olma sürecini yakalarlar deyiverdi…
Zirvede ki Orman gözetleme kulübesi; önümde yürüyen ve işte başardık dercesine gözümün içine bakan Gülay’ın ötesinde…
Tam zirvedeyiz… İnsan eli değdiği belli… İnşaat için yol… Yol olunca araç ve doğallık ortadan kalkı veriyor…
Bulutlar biraz önce tepemizdeydi… Onların hep tepemizde oluşlarına öylesine alışmışız ki… Şimdi biz onların tepesindeyiz… Bu düşüncelerim sakın ola üstünlükle karıştırılmamalı… Amacım sadece şartlandırılmışlık, kıstırılmışlık ve alışkanlıkların göreceli olması yönündedir.
Zirve; bize sadece “anlık gücümüzün”: duyu ve irade olarak düşünme, algılama yetimizin diğer varlıklarla ne denli benzer olduğunu hatırlatır…
Bunu anımsadığınız an; “iç disiplininizin ve zenginliğinizin kendinizi kendinize ve sevdiğinize beğendirme olgunluğuna erişmek üzere olduğunuz hazzını yakalarsınız…
Başkaları… Çok… Çok… Ötede kalmıştır…
İşte Zirvelerin ”DÜŞÜNCENİN DOĞASI” nı nasıl şekillendirdiği şey bu olsa gerek…
Bir şeyler atıştırıp, bol bol fotoğraflar çekip ve biraz da yarenlik yaptıktan sonra… İniyoruz… Kılıçkaya’dan aşağı…
İnmenin bir kez daha zorluğunu bedenimizde hissettiğimiz acılardan anlıyoruz…
Bu hissediş de “anlık doğanın sihirli eli” sizi bu düşünce sarmalından uzaklaştırdığını Gülay’ın bot içinde tırnağının sökülmesine rağmen iniş disiplinini bozmamasından anlıyorum…
Hava alacalı bulacalı olmaya başladığında serinlik cildimizi ısıran bir soğukluğa dönüşüverdi: Hava iyice karardığında artık Köyümüze BELPINAR Köyüne varmıştık…
Bize ilk hoş geldin diyen: Bacalardan tüten odun kokan “duman” ve “tezek” kokusu ve evlerin bahçelerinde havlayan köpeklerdi…
Muhtar ve eşi; bizlere öylesine bir sofra hazırlamıştı ki öncelikle köy sütünden yapılmış yoğurtun sonra İzmir’den alışkanlık yapan yaprak sarmasının tadına baktım…
Köy meydanında satılan Kanlıca Mantarını sadece izledim… Almayı çok istedim ama korkumu yenemedim? Ama yemeyi tutkuya dönüştürdüğüm “finduk”tan vazgeçemedim…
Gecenin karanlığında Belpınar Köyünden ayrılıyoruz… Ali Fuat Paşa… Bölgenin meyve ve sebze deposu… Doğrusu Ali Fuat Paşa kasabasının “cennet hurmasını” unutmayayım… Her defasında alış veriş yapmadan ayrılmak olmuyor…
Yorulduğumuzu araçta koltuğumuza oturunca anlıyoruz… Ağrıyan yerler bir bir kendini belli etmeye çalışıyor… Ama usumuzdaki “ayaklarımızın altından kayan bulutlar” bu karamsar düşünceleri öteleyiveriyor…
Teşekkür ederim Can dostum Gülay’ım bu zorlu keyfi birlikte yaşattığın için… Teşekkür ederiz… Tonton Başkan Hüseyin Bey bize Ayakizleri ile bu naif keyfi yaşattığın için…
TEŞEKKÜR EDERİZ… SEVGİLİ ATAM… BU ÖZGÜR TOPRAKLARDA ÖZGÜRCE YAŞAMAMIZI SAĞLADIĞIN İÇİN…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
09 KASIM 2008

28 Ekim 2008

AYAKİZLERİYLE GELENEKSEL 4NCÜ DEREYÖRÜK -OSMANELİ GÜZ KAMPI

"OLGUNLUK" CAN DÜNDAR'IN DİZELERİYLE
“YAPMACIK, İNANMADAN KONUŞMAK İSTEMİYORUM ARTIK,
BENİ ANLAMAYANLARLA KONUŞMAK CÜMLE KİRLİLİĞİ YARATIYOR…
VE HAK EDENLERE SAKLAMIYORUM ENERJİMİ…
İSTEDİĞİMİ İSTEDİĞİME DEME ÖZĞÜRLÜĞÜNE SAHİBİM…
ELEŞTİRME HAKKINI OLUŞTURAN YAŞAMIŞLIK VE YETERLİ YAŞ FAKTÖRÜ ARTIK BENDE DE VAR…

“BEN DEMİŞTİM”,”BEN BİLİRİM” “BEN ZATEN ANLAMIŞTIM” SENDROMUNDA OLANLARLA ARKADAŞLIKLARI BİR KEZ DAHA SORGULUYORSUN…

BOŞ GEÇEN HER SANİYE; DEĞERLİ ARTIK.
DAHA YAPILACAK ÇOK ŞEY VAR AMA…
KENDİMİ ÇOK YORMAKTAN YANA DEĞİLİM…”

AYVA PERVERDESİ… AYVA REÇELİ… AYVA LOKUMU= OSMANELİ/BİLECİ

Hafta sonu İstanbul caddelerinde Ayakizleri bireyleri teker teker toplanırken sabahın bu kör saatlerinde aç susuz olmaz ya...Kahvaltı da yapılır...
Kadıköy'ün kaldırımlarında... Afyonu patlamadan fotoğraf da çektirilir...

Bu kez rotamız “OSMANELİ” ilçesinin DEREYÖRÜK Köyü…
M.Ö 2000 li yıllardan beri her medeniyete ev sahipliği yapan ilçe:1308 yılında Osman Gazi tarafından fethedilmiş.
Evliya Çelebi “seyahatnamesinde” bu yöreyle ilgili ” Dünyada eşi benzeri olmayan Birer buçuk okka çeken ayvasından ve ayva perverdesi(ayva şırasından yapılan tatlı) , ayva reçelinden bahsetmekte… Osmaneli’ne varıncaya kadar aracımız; İstanbul şehrinin kargaşasından… Osmaneli’ndeki “zaman” özür dilerim, “doğallık tüneline” varıncaya kadar… Yolculuğumuz; o denli neşeli ve oyunlar eşliğinde geçti ki… Her birimiz şehrin mekanik tutum ve davranışından ayrışmaya hazır hale gelmiştik…
İşte karşımızda Osmaneli Belediye Başkanı Selahattin Çetintaş, onun çalışkan yardımcısı Remzi Öner Bey ve Belediye yetkilileri inanın Tüm Ayakizleri grubunu; Sevgi ve Özlemişlikle karşıladılar… Belediye Başkanlığı olarak ürettikleri “AYVA LOKUMU” yeni ürünlerini tadarken… “Evliya Çelebi”nin hatta onun çağından da önceki asırlarda ayva çeşnilerini ve bu güzelliklerin hala devam ettirildiğini düşünmeden edemedim…
Belediye Başkan Yardımcısı Remzi Beyin rehberliğinde; Osmaneli’nde bir kültür gezisi yaptıktan sonra; ilçe merkezindeki “cağ kebabı ve piliç etinden yapılan özel kebapları yerken bu güzelliğe Güneşin parıltılı, ışıltılı göz kırpmaları da eşlik ediyordu… Özellikle İstanbul’da yağmurlu bir hava varken, burada güneşli bir havayla karşılaşmak… Bu seçkin hava Ayakizleri geleneksel kampının huzurlu ve neşe’li geçeceğini muştuluyordu…
Üç araç peş peşe anayoldan toprak yola sapıyoruz, bir müddet sonra ayva bahçeleri onun peşine çam ormanları rampalar rampalar Atilla Bey ustalığını gösteriyor… Keçi yoları gibi kıvrılan sol yanı uçurumlu yollardan teğet geçerek ilerliyoruz… Bu arada Osmanelinden alınan Bozalar da yol boyu içiliyordu...Belenalan Köyünde araçlardan indik; buradan artık bu benzersiz doğada DEREYÖRÜK Köyünde kamp kuracağımız yere kadar yürümeye başladık… Başladık ama bu nasıl yürüyüştür… Çocukluk halleri birbirini kovalıyor…
Elma, armut, ayva ne bileyim her bir dalından kopardığımız meyvelerle yürüyoruz ve yiyoruz… Dalından kopardığım kafa büyüklüğündeki ayvalarla tekrar “EVLİYA ÇELEBİ”Yİ yâd ediyorum…
AAA! Gülay domates bahçesinde “ dalından domates koparıyor… Sonra salatalık, biber… Demek ki meyve üzerine domateste yenirmiş?
Biraz sonra çam ormanı başladı… Aman Allah’ım! Sağ altımızda şırıl şırıl akan “GÖKSU ÇAYI” sesini duyuyorum… Kendini masmavi? Hayal ediyorum… Yolu kat ettikçe çayı görür bir duruma geliyoruz… AMAN ALLAHIM! Bu kez keyiften değil şaşkınlıktan, üzüntüden; Nerede o masmavi renkli çay, nerede?
BEMBEYAZ KÖPÜKLERE BOĞULMUŞ SİMSİYAH RENKLİ BİR AKARSU… İSYAN EDİYORUM… TÜM SORUMLULARA… Bu güzelim doğa harikası yöreye ihanet edenlere: İSYAN EDİYORUM… İSYAN EDİYORUZ… DOĞA TUTKUNLARI olarak…
Sola yukarı sapıyoruz… Sağa aşağı baktığımda benden aslını istercesine yardım isteyen “GÖKSU” ile göz göze geliyorum…Ve kendisine şöyle sesleniyorum… Duyuramadığım sesimle… Sen! İnanıyorum ki kısa sürede “GÖK” rengine kavuşacaksın!
Sol yanımda çam ağaçları içerisinde Dereyörük Okulu bahçesi bizim Ayakizleri için tahsis edilmiş… Belediye Başkanı ve Yardımcısı Remzi Bey; lambalar koydurmuş… Helâ ve çeşmesi en önemlisi Yirmi dört saat hizmet veren bir çay ocağı her şey hazır…
Çadır yerleri aranıp taranırken; Barış bize çadır yerini ayırmış bile…
Kurmayı yaklaşık on yıldır beklediğim “çadırımı” büyük bir törenle Remzi Bey; Barış ve Gülay’ın yardımıyla kurmaya başladık…
Neden “on yıl bekledin” diye sorduğunuzu duyar gibiyim?
Sizi sıkmadan anlatayım…
Gülay’la uzun yıllardır doğa yürüyüşü yapıyorum… Ama çerden, çöpten, böcekten korkusu çok büyük… İşte bu nedenden dolayı çadırda yatamadı… Bu kez de Kendisi köy evinde yatacak yer olmadığı için de bendeniz çadırda kalacaktım… Çadır kuruldu… Ama çadırda çadırmış? Bu güzellik karşısında “Gülay” ben de çadırda kalacağım dediği an dünyalar benim oldu… Gecenin sessizliği Ayakizleri’nin nağmeleri ile yankılanıyordu… Karşı yamaçtaki kerpiç evlerin ufacık pencerelerinden sızan ışıklar hatta bacalarından tüten cılız da olsa duman… Hafta sonu olmasına karşın geç olmadan bir bir sönmeye başladı…
Bizler büyükçe yakılmış kamp ateşi etrafında oturmuş; yediğimiz yemekler sonrası yarenliğe ve eğlenceye devam ediyoruz… Belediye Başkanının kampımızı süpriz ziyareti kendisinin de en az bizim kadar doğaya düşkünlüğünü gösteriyordu...O geceye has güzellikler belgeleniyordu...Neşeyle,gülücüklerle...Diğer süpriz ise dağ başındaki yaş pastayla yapılan süpriz idi.



Yeni günün ilk saatleri geride kalırken çiğ yağmaya serinlik de soğukluğa dönüştüğünde çadırı uygun olmayanlardan mırıldanmalar yükselmeye başlamıştı… Battaniyesi olan var mı? Gülay’la birlikte çadırdayız… Milyarlarca para çıksa veya kendime bir villa yaptırsaydım… Bu denli içten sevinmezdim… Diyebilirim… Çadırda battaniye örtmeyi hiç düşünmedik çünkü terlemeye başlamıştık…
Çadır fenerinin kısık ışığında çadırın iç kısımlarındaki su damlacıkları dışarının ne denli soğuk olduğunu belli ediyordu…
Ayrıca “AYFER HANIMIN” hazırlamış olduğu yemekler… Gözümün önüne geliyor ve Gülay’la düşüncemizi paylaşıyorduk… Patlıcanlı pilav… Ezme… Ne sayayım… Ne arasanız var… Bu dağ başında… 55 kişiye yetecek büyüklükte bu hazırlığı tek başına yapma düşüncesini… Bir de siz okuyanlar… Siz düşünebilir misiniz? Bu insanları tanımak… Onlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu duyurmak istiyorum… Bizleri bencil düşüncelerimizden bir an olsun uzaklaştırdıkları için… Teşekkürler! “Ayfer Hanım” hem yediklerim için hem de beni bencil düşünme yetisinden uzaklaştırdığınız için…
Sabah köyün horozlarının sesinden önce Köyün imamının ezan sesi biraz da şunlardan birkaçını namaza çekebilir miyim? İsteği ile okuduğu Ezan sesi… Az sonra Ayakizleri’nin Ayak sesleri duyulmaya başlandı… Sabah kahvaltısında yok yok… Bir tencere köy yumurtası kaynıyor… Odun ateşinde… Yine közde kızartılmış köy ekmeği… Ya köyden yeni sağılmış süte ne dersiniz… Ağzınızın şapırtısını duyuyorum…
Anlatacaklarım o kadar çok ki daha da kısa anlatmalıyım… Kamp yeri geride kaldığında: Şimdi yeni meyve ve sebze tarlalarını ve onların böğrüne dikilmiş Düzmeşe’deki “SELÇUKLU GÖZETLEME KULESİNİ” keşfetmeye başlamıştık…
Yollar yemyeşil vadilerden koyu yeşil çam ormanlarının arasından sonra zeytinlikler ve İznik ovası ve bahçeler ilk günkü gibi bayılıyorum buraya duruluğunu, doğallığını koruyabildiği için…
Yeni rotamız… Anladığınız gibi… İZNİK… Burada ki kültür gezisi İznik kültür ve medeniyetlerin kesiştiği nokta diyebilirim...Erken Osmanlı Camilerinden ilkini Hüseyin Beyin ağzından dinlemek daha etkili oluyordu...Ve Kasaptan köfte ve biftek alışverişinden sonra ver elini… Antik çağlardan kalan suyunun sıcaklığı 32 derece olan KERAMET KAPLICALARI… Yüzmez misin? Bu sımsıcak suda günün soğukluğunu giderircesine…



Keramet Kaplıcalarında Sevgili arkadaşlarımız Cenap ve Eşi Jale'yi görünce gözlerime inanamadım...Gerçekten insan insana kavuşurmuş.. Mangal başında Başkan Hüseyin Bey ve Selim Bey… Sucuk… İznik Köftesi… Ve… Tarladan kopartılan kavun… Ya… Rakı… İçenler için…
İki gün süren doğaylabaşbaşalığın sonuna yaklaşıyoruz… Yolumuz uzun Yalova ve Eskihisar’a vapurla geçiş ver elini İstanbul…
Akşam saatlerinde pek de umurumda değil…Evin yolunu tuttuğumuzda çadırda yatmak için on yıl beklediğime deydi diye düşündüm…
Bu satırları yazarken dahi hala oralardayım…
Seviyorum… Doğayı ve Doğallığı… Doğallığın getirdiği duruluğu ve olgunluğu...
Teşekkürler AYAKİZLERİ… Teşekkürler… Tonton Başkan… Teşekkürler... Doğa sever Osmaneli Belediye Başkan ve Yardımcısı...
5nci Geleneksel Dereyörük Kampını sabırsızlıkla bekliyoruz…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
18/19 EKİM 2008