25 Mart 2009

İZNİK GÖLÜNE GÜNEYİNDEN VE KUZEYİNDEN BAKIŞ

HAYATIN İÇİNDEN KİM NE DÜŞÜNÜR?

İlkokul sıralarında; duvarda asılı duran “çağları gösteren çizelgenin” neyi ifade ettiği, yeniçağdan sonra hangi çağın geldiği soruları öğretmenimiz tarafından öylesine uzun uzun anlatılırdı ki…
Öğretmenimizin… Bizlere o çağın insanlarının ateşi nasıl yaktığını veya yabani davranışlarını anlattıklarını çok iyi hatırlıyorum…
Ama neden? Bu çağlar birbiri ardına dizilmişti? Bizi neden ilgilendiriyordu? Bizimle bir bağlantısı var mı? Bu soruların cevapları… Tam olarak anlatılamadığından… Bir gün sonra sınıfın tüm meraklıları yine benzer soruyu sorardı…
Ortaokulda ise… Başka bir çizelge; Canlılar; Doğar… Büyür… Yaşlanır ve Ölürler…
Neden asmışlardı? Bu çizelgeleri…
Biz çocuklara verilmek istenen ne idi? Oysa “o zamanlar” bu sıralama bizleri hiç de ilgilendirmiyordu…
Hayat bilgisi dersinde; Ezberlettikleri… Solucanın veya eğrelti otunun “erselik” olması neden önemli idi?
Ayrıca tarih kitaplarındaki mermer sütunlu yapıların üzerindeki kargacık burgacık yazıların“Bizans işi” olduğu cihetle pek önemsenmez ve bizi de hiç ilgilendirmez gözü ile bakılır ve bu izlenimler bizlere yansıtılırdı…
Bu etkileşimle yıllar boyu inanın gördüğüm tüm eski eserler; ya da yapılar bana hep yabancıydı… Bizlere ait değildi…
Okudukça, gezdikçe tüm anlatılanların buhar gibi uçup gittiğini gördüm…
Özellikle ören yerlerindeki ve müzelerdeki hatta henüz kazılma aşamasındaki yapıtlardan; binlerce yıl öncesinde bizlerden daha medeni ve sanat alanında ve insani üstünlüklerine tanık oldukça; bizlere ilkokulda anlatılamayan: Her değerlendirmenin başlıca “ölçütü” olan, ZAMAN VE MEKÂN kavramları ile tanıştım…

Ve elimde; Doğum Günümde Serpil&Hüseyin Şişman çifti tarafından hediye edilen “”ANTİK ANADOLU COĞRAFYASI” kitabı var… Prof.Dr. Adnan Pekman tarafından dilimize kazandırılmış…
Kim ve Ne zaman yazılmış biliyor musunuz?
Milattan önce 64 yılında AMASYA’LI STRABON…
Ayrıca Prof.Dr. Pekman’ın önsözünde yazmış olduğu şu satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum… Şöyle yazıyor…
“Anadolu uygarlıkları(Mekân), günümüzden Tarihöncesi’nin en eski evrelerine(Zaman) kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Uygarlıkları dönemlere ayırarak bunların bazılarını kabullenip diğerlerini görmezlikten gelmek de olanaksızdır.”
İşte “Anadolu Uygarlığı”na bakışın ana düşüncesi bu idi; aynı “Rasyonel biliminde” de “”önceden bir takım yargılar ve inançlar olmadığı”” gibi… Prof.Dr. O. Sinanoğlu’nun dediği gibi… Anlayana…

Kısacası Rasyonelliğin birinci koşulu ŞARTLANDIRILMA OLMADAN”…
Uzunca bir aradan sonra Gülay’la birlikte Ayakizleri üyeleri ile beraberiz… İstanbul’dan yola çıktığımızda… Usumuzda sadece bizi etkileyeceklerin merakı var idi…
Marmara Denizi güneyi… Türkiye’nin tüm bölgelerini görmemize rağmen nedense bu yöreleri görmek ve gezmek; İstanbul’da Ayakizleri Doğa Yürüyüş Grubu Başkanı Naif insan Hüseyin Bey ve Eşi Serpil hanımı tanıyıncaya kadar mümkün olmamıştı…
Bu hafta sonu15 Mart 2009 “”kültür gezisi”” özelliğinde “”İznik Gölünün”” güneyindeki… Avadan(Katırlı)Dağı yamaçlarındaki Dağ köyleri (Karsak, Gürle, Müşküle) ile İznik ilçesi ve Samanlı Dağ yamaçlarındaki Keramet Köylerini gezme ve Hüseyin Beyin ağzından antik çağ dâhil olmak üzere “”zaman tünelinden”” Anadolu’yu tekrar yerinde “”içselleştirme”” fırsatını bulduk…
Sevgili Oğlum ve Gelinimin de Gürle Köyünde bizlere katılımı ile doruğa çıkan sevinçle, gezimiz başka bir anlam kazandı…
İznik gölünün güneyinden Katırlı ve Kurban Dağları yamaçlarında Sıralı bir dizi köy bizleri karşılıyor… Buraları Osmanlı’nın ilk yerleşim ve Orhangazi’nin feth ettiği yerler… Öncelikle Karsak’tayız… Öyküsü bize ilginç gelen bir konak son zamanlara kadar kullanılmış… Sevdiği İstanbul’dan uzaklaşıp Bir köye gelin gelmeyi reddedince
Bey de bir konak yaptırıp… Bu konağa gelin getiriyor…
Gürle Medeniyetlerin üst üste çakıştığı bir köy…Orhan Bey Camii 600 yıllık onarılmış… 800 yıllık olduğu ve Cenevizlilerden kalma ancak Orhangazi tarafından imar edilen ve günümüzde kullanılabilen bir “”hamam”” ve hemen üstümüzde 1282 m. yüksekliğindeki Gürle tepesi…
Burada Erinç ve Burcu ile buluşuyoruz…Arkamızda yeralan bina "ipek böceği" yetiştirmede kullanılıyormuş...Tabiiki son yıllara kadar... O da tarih sahnesindeki yerini alacak... Şu anda bizim konuştuğumuz gibi ... Zamanında burada....Diye anlatılacak... Doğruca “Müşküle” köyüne “ünlü mü ünlü” bir köy… Halil Ergün’ün;
Nazım Hikmet’in çaycısının ve “”Muhtarlığına köyün delisini”” seçen köy… Halkı o denli cana yakın ki anlatamam… Tarihi çınar ağacını gördükten sonra “”Nazım Hikmet” adına dikilen çınarı görmeye gittik…
Sırada İznik ilçesi… Surlar… Merkez içindeki tarihi yerler derken öğle yemeği için bizim seçimimiz “”Erinç ‘in de doğum gününü kutlayacağımız bir yemek için “”Meşhur İmren” Köftecisindeyiz…
Keramet köyündeyiz; ünlü sele zeytinini almak için kuyrukta bekleyenler… Antik havuzda yüzmek üzere o bölgede kalanlar…
Hava kararmış artık “oğlumuz ve kızımızdan” ayrılma vakti gelmişti…
Beraber olduğumuza şükrederek İstanbul’a hareket ediyoruz…
Bu tarih ve eserler kimlik tanımlamadan korunmalı… “Ayırt edilmeden ve ayırdına varılarak”…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15MART 2009

1 Şubat 2009

DOMUZ DERESİ KEŞİF YÜRÜYÜŞÜ

AMAN BE..EVLAT…BİZİM YEMEKLERE..”ET” PEK UZAKTIR…

Yazılar hep bir giriş gelişme sonuç bölümü ile yazılır ya… Bugün ben öyle yazmayacağım…
Hala kulaklarımda… Melekçe Oruç Köyünün cefakâr Emine Anasının sözleri…
Keşif Yürüyüşü; akşamın karanlığında sorunsuz tamamlandığında yirmi dokuz Ayakizi’nin tamamının sığabildiği sıcacık bir köy evindeyiz…
Bu ev; yemeğimizi yiyeceğimiz ve soğuktan korunup sıcacık sobanın başında dinleneceğimiz… Emine Ana ile Alaattin Amcanın evleri…

Selim Bey; kereviz, havuç, patates ve hindi etiyle odun ateşinde çok lezzetli bir yemek yaptı… Bu yemek hakkında Emine Ana ile konuşurken… Benzer yemeği kendisinin de yaptığını anlattı… Ben de safça… Ne eti kullanıyorsun dedim… Ah! Nereden sordum o soruyu…
Aldığım cevap; AMAN BE… EVLAT… BİZİM YEMEKLERE… “ET” PEK UZAKTIR… Öylesine donup kaldım ki… Karşılık veremedim… Ağzımdaki lokma büyüdükçe büyüdü… Yutamadım… Artık ne hallere girdiğimi bilemiyorum…
Gelelim Yazımın giriş ve gelişme bölümlerine…
20 Ocak 2009 tarihli Gazetede okuduğum haber başlığı şöyleydi:”Sakarya’nın Pamukova ilçesinde doğa yürüyüşü yaparken yollarını kaybeden 18 doğa yürüyüşçüsü, sivil savunma ekipleri ve jandarma tarafından 20 saat sonra donmak üzere iken kurtarıldı.”
Hemen yürüyüş grubunun adına baktım… Kimler var diye? Birçoğu tanıdığım… Bu parkurda Gülay’la birlikte hem de yağmurlu ve sisli bir havada yürümüştük… Ve bu parkur hakkında bir takım doğa yürüyüşü efsanesi türünden şeyler yol boyunca anlatılmıştı…
Hatta köprünün başında mola verdiğimiz yer ve burada yapılan sarımsaklı çorbayı anımsayıverdim… İşte bu köprü ile ikinci köprüde hata yapılırsa ve kötü hava koşulları da varsa tehlikeli durumlarla karşılaşılabilir” diyordu… Rehberimiz Ayakizleri’nin Sevgili Başkanı Dr. Hüseyin Bey…
Ben ise hafta içi kendisine şöyle sıkı ve adrenalini bol bir yürüyüş teklifi götürmüştüm… Keza birkaç haftadır… Dağlarla selamlaşamamıştım… Kendisi duyurusunda; “en az sekiz saatlik karlarla kaplı kötü ve karanlık hava koşullarında bir yürüyüşün yapılacağını yürüyüşe gelmek isteyenlerin sıkı yürüyüşe dayanıklı olmaları gerektiğini belirtmiş idi…
AlifuatPaşa’ya gelinceye kadar nereye gideceğimizi bilmiyorduk desem inanır mısınız? Evet parkur… İhtiyacım olan endorfin hormonunu karşılayacak düzeydeydi… Neresi mi? Gazete başlıklarında okuduğum… Geçen hafta donma tehlikesi geçirilen “Domuz deresi parkuru” idi…
Hemen hemen grupta bulunan yirmi dokuz kişi de karlarla kaplı bir yürüyüşle birlikte başımıza ne geleceğini merak etmiyor değildik… Sırt çantam her zamankine nazaran biraz ağırca sıcak sudan… cep sobasına…ve..gerekli ilk yardım ve yedek giysilere kadar ne ararsanız var…
Hüseyin Beyin düşüncesi; bu grup nerede ne hata yapıp da böyle olumsuz bir durumla karşılaşmıştı bunu keşfetmek idi… Ya benim…
Benim tek isteğim… İse… Endorfin, Adrenalin, kısacası aklı ön planda tutan heyecanlı ve sıkı bir yürüyüş… Çünkü birkaç haftadır… Yürüyüş yapamadığım için öylesine “endorfin hormonuna” ihtiyacım vardı ki anlatamam… u arada bu hormon hakkında sözlükte yazılan bilgi de şöyle;“doğa ve uç sporları” yapan insanlar, bu maddenin ve adrenalinin bağımlısı olurlar. Ama bu istek dengelenmez ise onları kötü koşullara kadar götürebilir. Çünkü devamlı aynı miktarda endorfin salgılanması için önceki yaptıklarından daha "uç, aşırı" bir şeyler yapmaları lazımdır. Bu sözlükteki yazılan… Doğru mu? Doğru vallahi… Onun için aklı ve önlemleri ön plana almak gerektiğini yazmıştım…
Yürüyüş güzergâhında karların eridiği görülünce, Hüseyin Bey bu kez parkuru “D” harfi şeklinde daha karlı bölgeye doğru değiştirdi… Hava kapalı ancak üzerimizdeki bulut yüklü yağış hazırda bekliyor… Ve kısa sürede sulu sepken sonra da yağmur olarak yağış başladı… Grup tempolu yürüyor… Tırmanışlar inişlerle birlikte gözüm “yamaçlardaki karların durumunu inceliyor… Yamaç yürüyüşü yapmıyoruz...Düz alanda yürümemize rağmen 50–30 cm derinliğindeki karda birde suyla kaygan hale geldiği şekliyle yürümek oldukça güç ve tehlikeli bir hal alıyordu… Çünkü henüz bir yıl olmadı… Böyle bir kaygan zeminde yürüyüşü hafife alınca nasıl tepe takla yere düşüp parmaklarımı kırdığımı unutmuş değilim…Bu arada birinci köprüye yaklaştığımızda Hüseyin Beyin öğle yemeği için hazırlık yaptığını fark ettim… Menü şöyleydi… Tahin, Pekmez… Ekmek… Ayaküstü atıştırdıktan sonra birinci köprüyü geçtik… Ama köprü de yol üçlü çatal yapıyor… İşte tam burada ki izler o denli yoğundu ki… Bu noktada problemin başladığı ve devam ettiği esas ikinci köprüye vardığımızda anladık… İkinci köprüye uğramamışlardı…
Sağ yanı başımızda Domuz deresi öylesine gür akıyor ki… Sanki İlkbahardayız… Bir hafta esen lodos sanırım karları eritmişti… Tabii ki bu durumda bastığımız karların altını da: Yamaçlardaki karları da gözlemlememiz gerekiyor du… Gerçi çığ tehlikesi bu bölgede yoktu ama kayganlık birinci düşmandı…
Hava karardığında hava iyice soğumaya başladı… Kısa süreli molalarda dinlendikten sonra… Sorunsuzca Melekçe Oruç Köyüne varmıştık…

24 OCAK 2009
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
İSTANBUL

12 Ocak 2009

ÇALIŞMANIN MUTLULUĞU FELSEFESİYLE:TARAKLI'DAN GÖYNÜK VE ÇUBUK GÖLÜNE YAŞADIKLARIMIZ

BURJUVAZİ BİZİ ÇALIŞARAK VE ÂŞIK OLARAK MUTLULUĞU BULABİLECEĞİMİZE İNANDIRDI…
Başlıktaki sözler Alain De Botton’a ait… Elimde, hem de Türkiye’de basılarak dünyaya dağıtımı yapılan “ÇALIŞMANIN MUTLULUĞU VE SIKINTISI” isimli yeni kitabı var… Bugüne kadar tüm kitaplarını sıkılmadan okuduğum yazarlar arasında…
Dedikten sonra başka bir konuyu yazmaya başlamıştım… Geçen ay… Şimdi ise öncelikle Alain De Botton’un düşünceleri ile kendi düşüncelerim arasındaki ayrıntılardan bahsettikten sonra… Taraklı’da yaşadıklarımızın ikinci bölümünü yazmak istiyorum…
Alain kitabında; yaptığımız” işin bizi mutlu etmesi gerektiği” yolundaki kanının çoğu kişi tarafından paylaşılan yaygın bir kanı olduğunu belirtmekte.
Oysa 18 nci yüzyıl burjuvazisinin “ zevkli olan her şeyin gerekli olana bağlı olduğu felsefesini” kişilere dayattığı için bu şekilde düşünülmek zorunda bırakıldığını açıklamaktadır.
Ve bu genel düşüncenin etkisiyle “Bir zamanlar çalışan bir kişinin mutlu olması mümkün değilken, şimdiyse boşta gezenin mutlu olmasının mümkün görülmediği düşüncesinin ağır bastığını vurgulamaktadır.
Ayrıca herkesin “iş ve aşkla mutluluğu” bulabileceği yolunda gayet burjuva güvencesinin içinde gizlice çöreklenmiş saygısızca bir acımasızlığın yeni farkına vardığını açıkladıktan sonra; İş ve aşkın (asla demese de) “ruhsal tatmin duygusunu” vermeyeceğini dillendirmektedir.
Kitabın ana fikri kendimce bu şekilde; bu düşünceleri bir yandan yazarken bir yandan da ilkokuldan meslek erbabı olmama ve emekliliğime kadar ki ve taze emeklilik dönemim yaşadıklarım ve yaşamakta olduklarım usumdan geçiveriyordu…
Ben Alain’in düşüncelerine aynen katılmakla birlikte kendisi bu incelemeyi ve düşüncelerini bir dünya kesitini izleyerek ve gözlemleyerek dile getirmiş… Ancak “kendi kalıtımsal kültürünün etkisiyle…”
Türkiye çok farklı bir ülke yöre üslupları farklı da olsa, Prf. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun tanımlamasıyla; “kültürel kalıtımın aynı olması” Türkiye’de; dünyanın her yerinde meydana gelen söz gelimi “ekonomik kriz” dâhil olmak üzere tüm krizlere gösterilen tepki çok farklı… Kısacası daha metanetli ve aile dayanışma içine girivermekte… Kızını veya oğlunu o kriz anında kendi ailesi içine alıvermekte ve krizi def etmeye çalışabilmektedir.
Bunun yanında Türkiye’mde Ortak düşünce; “ İş olmazsa aş olmaz “ hayat felsefesidir…
İlk bakışta yazarın düşündüğüne benzer gibi görülmektedir… Ama aynısı değildir… Huzuru ve mutluluğu da rafa kaldırmadan: Sadece karın doyurma sadeliğindedir…
“Anadolu Hayatının” özünde; olanla yetinme ve onunla huzurlu olabilme felsefesi hâkimdir… Hırs düzeyini asgariye indirerek yaşam kalite seviyesini gönlünün gülmesine odaklamıştır…
İlla ki; lüks evlerde, lüks arabalarda, lüks hayatı arama duygusunda değildir… Doğrusu materyalist düşünceden arınmış yapısı vardır… Dönüp aslı bozulmamış köylerimizin ruhsal dinginliği doğayla birlikte nasıl özümlediğini görebiliriz…

Kızdığınızı duyar gibiyim… Sen nerede yaşıyorsun, tuzun kuru der gibisiniz… Kızmanıza gerek yok…
Ben sadece gözlemlerime dayanarak gerçek, saf olarak; Türk’ün, “Kalıtsal Kültürünün binlerce yıl etkisiyle büyüyüp birbirine sarmal olmuş bu vatanda yaşayanların hatta aynı “kalıtsal Kültürü diğer kıta’larda devam ettirenlerin davranış bütünlüğünden bahsediyorum… Anadolu’nun öz olan felsefesini ortaya koyuyorum…
Şehirleşmiş… Ancak… Aslını kaybetmişlerden bahsetmiyorum…
Sanırım asıl olan… Aslına dönmek, duru ve mukayesesizliği esas alan bir doğal yaşam olmalıdır…
Şimdi aslımızın saklı olduğu Osmanlı İmparatorluğunun ilk yurtlarından… Taraklı İlçesindeyiz… Her yanı buram buram Anadolu kokuyor… Asırlık 200’ü aşan konaklar… Ve yeniden aslına uygun yapılanmalar… İnsanın göğsünü kabartıyor… Ve aynı ruhu yansıtan Pazar yeri… Ayakizleri o gün kurulan yerel pazarın havasını solumadan edemiyor… Hep birlikte pazardayız…
Dikkati çeken ürünlerin başında cam kavanozlarda marmelat görünümlü “UĞUT” geliyor… Buğdayın çimlendirilmesiyle elde edilen bir ürün… Bana göre bu ürün antik öncesi bir ürün olmalı… Kısa bir alış veriş sonrası…300 yıllık konakların ve Ulu Tarihi çınar ağacının bulunduğu mahalleler arasında dolaşmaya başlıyoruz…
Ama mahallenin çocukları öylesine bizleri kartopu yağmuruna tuttular ki… Sizler çocuksunuz da biz sizden geri kalır mıyız? Hücum… Barış… Öncü… Ya ben? Ondan geri kalır mıyım? Soğuk etkilemedi dersem yalan olur? Soğuğun etkisinden kurtulmak için doğruca şehir meydanındaki kahvehanedeyiz…
Sonra ver elini karlar içindeki kaplıcaya… Su sıcaklığı… 30 derece seviyesinde… Kaplıca içinde sohbet öylesine etkindi ki Kaptan Atilla Beyin uyarısıyla çıkabildik… Kaplıca sonrası… Dinlenme soba başın da idi… Akşamsefası tarihi konakta kuzinelerde hazırlanan folyoda hamsi, teside kerevizli köfte… Ve neler neler… Ya ilerleyen saatlerde Hüseyin Beyin “sıcak meyveli şarap” ikramı… Konak sahibi İrfan Beyin, isteğimiz üzerine gönderdiği “”cümbüş”” faslı… Şarkılar… Şakalar… Oyunlarla geçen neşeli saatler sonrası sabah erken kalkmak üzere… Gece sona eriyor…
Ertesi gün İrfan Beyin lokantasında mükemmel bir kahvaltı… Buradan ver elini Bolu, “Göynük”’e… Karlarla bezenmiş yollardan yavaş yavaş ilerliyoruz… Göynük yeni yağan karlar altında… Tarihle doğanın buluştuğu bir ilçe bizi; Sakarya Meydan muharebesi anısına 1922 de inşa edilen Zafer Kulesi karşılıyordu. Ve ilk iş orayı ziyaret oldu…
Göynük gezisini müteakip… Bir heyelan sonucu oluşan… Çubuk Gölü ilk hissedilen… Bu doğa güzelliğinin elden çıkmaması… Bu güzelliğin herkes tarafından yudumlanabilmesi gerçek düşüncemiz…
Göl kenarındaki kulübede köylüler tarafından hazırlanan bulgur pilavı, ayran, kuru soğan, turşu ve köy ekmeği ile yapılan öğle yemeğini müteakip… Göl etrafında yürüyüşümüzü keyifle tamamladık… Artık yuvaya dönme zamanı gelmişti… Kaptan Atilla Beyin dağ ve doğa yollarında deneyimli olması bizlere yol boyunca kusursuz bir uyku sunabiliyordu…
Nice doğaylabaşbaşalığa sağlıkla, umutla…
GÜLAY&MEHMET

31 Aralık 2008

TARAKLI-GÖYNÜK-ÇUBUK GÖLÜNDE YAŞADIKLARIMIZ

İLKE:
İLKELERİN OLACAK,
SENİ SATIN ALAMAYACAKLAR,
APTALLARIN UYDURDUĞU ATASÖZLERİNE İNANMAYACAKSIN.
PARANIN SATIN ALAMAYACAĞI YOKTUR.
HERKESİN BİR FİYATI VARDIR GİBİ SÖZLERE KANMAYACAKSIN.
ONURUNLA KİMLİĞİNLE VE BEYNİNLE AKILLI YAŞAYACAKSIN.
ÜRETECEKSİN, SEVECEKSİN, SEVİLECEKSİN.
İNANÇLARIN ARKASINDA DURACAKSIN,
SEVGİLERİN KARŞILIKSIZ, YARDIMLARIN GİZLİ OLACAK…
SENİ ATTAN OTTAN AYIRAN ÖZELLİĞİN FARKINA VARACAKSIN.
ÇÜNKÜ… SEN İNSANSIN…
VE… BUNU YAKALADIĞIN GÜN…
BEMBEYAZ YAŞAYACAKSIN…


TARAKLI’DA TURUNCAN'IN ANISINA
(RUHUN ŞAD OLSUN TURUNCAN…) Eşimle birlikte, öyle bir günün başlangıcındayız ki; kendimizi bir cam, hayır hayır kardan yapılmış fanusun içinde; tüm kötü niyetli girişim ve düşüncelerden uzakta ancak yaşadığımız hüzün, sevinç ve mutluluk ve keyfin sarmalında hissediyoruz…
Henüz hafta sonunun öylesine etkisindeyiz ki bedenimiz… İstanbul’da ruhumuz… Taraklı, Göynük ve Karlar altında donmuş Çubuk gölünde geçirdiğimiz birçok etkinliklerin etkisi altında.
Ayakizleri’nin yufka yürekli, yardım sever, tonton Başkanı; Hüseyin Beyin planı doğal olarak öncelikle “yaşının baharında iken 2006 yılında elim bir trafik kazası sonucu, Ayakizleri’nden ve bu yaşamdan ayrılan ve doğanın enginliklerinde bizleri gözlemleyebilen “ TURUNCAN” kızımızın adına Taraklıda Yatılı Bölge Okulunun içinde yaptırılan kütüphane ve fen dershanesini görmek ve okul müdürü Selahattin bey ile görüşerek karşılayabileceğimiz ihtiyaçlarını tespit etmek idi…
Sonrası… İsterseniz anlatmaya başlayalım…
İstanbul’dan erken saatlerde ayrılış; Lojistik merkezimiz Ali Fuat Paşa Kasabasına kadar deliksiz bir uyku ile yolculuğumuz devam etti…
Burada alış verişler yapıldıktan sonra ver elini Taraklı… Sol yanımızda Pamukova beyaz örtüsünü giymeye hazırlanıyor… 1550 metrelerden KILIÇKAYA sanki bizleri görebilmek için yüzünü kapatan bulutları sol eli ile sağ yana itiveriyor… Selamlaşıyor… Ve yolumuza merakla devam ediyoruz… Ne merakı bu yolda ve etkinliklerimizi etkileyecek kar olacak mı? Merakı…?
Taraklıya yaklaşmadan Hüseyin Bey Akşam banyosuna gireceğimiz kaplıca sahibi ile son koordinasyonu yapıyor…Ama bu arada NALAN(Arzu) Hanımla eşinin köpek sevgisini görüntülemeden
edemedik...
Gülay’ın tavşanlarla sohbeti pek görülmeye değer idi…
Taraklı’da bir grubumuzun yerleşeceği ÇAKIRLAR KONAĞINA adım attığımızda ustalarımızla öylesine gurur duyduk ki yüz yıllar önceki anı bize yaşatıyorlardı…
Taraklı Belediye Başkanı ve emeği geçenleri kutluyoruz…
Birinci grup yerleştikten, konak keşfedildikten sonra bu kez diğer grubun yerleşeceği İrfan Beyin özenle yaptırdığı diğer modern konağa gidiyoruz…
Bu mekânla birlikte lokantasına girdiğimizde gözlerimize inanamadık… Bu kadar güzel döşenmiş ve tertemiz bir mutfak ve yemek salonu… Yemekte ne vardı? Kuru fasulye, pilav ve Arnavut ciğeri… Hepimize de yetti… Bu arada personelin hatta patronunun güler yüzü ve misafirperverliğine tam on numara verdik…
Buradan Taraklı Yatılı Bölge Okuluna hareket ettik fedakâr müdür Selahattin Bey bizleri karşıladı…
Kütüphaneye girdiğimizde “TURUNCAN KAZAZOĞLU” isminin yazılı olduğu onurluk (plaket) ve kahkaha atan fotoğrafını gördüğümde eşimle birlikte göz göze geldik… Göz pınarlarımızın yaşardığını hissediyor bir yandan da daha da gözyaşlarına boğulmamak için (özellikle hemen arkamızda duran ablası ve eniştesinden sakınarak…) kendimize zor da olsa sahip olmaya çalışıyorduk…
Hüseyin Bey; kütüphane öyküsünü ve Turuncan’ı gruba anlatırken; kendi kendime: Bu kütüphane içinde; eşimle birlikte bulunma amacımız nedir diye sordum?
Kendiliğinden biraz sonra yazacağım düşüncelerim usumda beliriverdi: Siz okurları meraklandırmayayım…
Ayakizleri’nin kurucusu ve başkanı Hüseyin Beyin (doğal olarak Serpil hanımın desteği ile); doğa yürüyüşleri etkinliklerini düzenlemeleri yanında, Doğanın en ücra köşelerindeki kız çocuklarına kucak açıp onları üniversite düzeyinde okutmaları ve destek olmalarına vesile olmaları, köylerde evleri yanan köylüler dâhil olmak üzere, muhtaçlara ve çocuklara yardımları organize etmeleri…
Öğrenci okutma ve annelik yapma konusunda onlara her türlü desteği sağlayan Beyza Hanımın adını unutursam ayıp olur… İşte her şeyin maddiyatçılık olduğu ve kişisel menfaatler için ne tür ahlaksızlık ve çıkarcılık yapıldığı günümüzde; doğallığın ve doğal ortamda belki de ruhen aklanmanın, paylaşmanın ve vefanın en güzel örneklerinin sergilendiği için ve bu felsefeye katkıda bulunmak için idi…
Eşimle birlikte; tekrar kütüphane içindeki bir kitabın arka sayfasındaki fotoğraf dikkatimizi çekiyor… Ve tekrar yüreğimizin koşturması sıklaşıyor… Okul dışına çıktığımızda tüm Ayakizleri’nin yüzlerinde hüzün ama asil bir görevi yerine getirmenin de huzuru ve sakinliği vardı… Ruhun şad olsun mekânın cennet olsun…”TURUNCAN” …
İnanıyorum ki… Ayakizleri… Bugün olduğu gibi… Emeği geçen doğa tutkunlarından hiç biri olmasa dahi senin anını “AYAKİZLERİ” adına yaşatacaklarından hiçbir kuşkumuz yok…
Yazımıza burada ara vermek istiyoruz…İkinci bölümde buluşmak dileğiyle….
Gülay&Mehmet
27/28 ARALIK 2008
İSTANBUL

2 Aralık 2008

BUGÜN DE DOĞANIN DIŞINDAN RESESYON VE DEFLASYON


BURJUVAZİ BİZİ ÇALIŞARAK VE ÂŞIK OLARAK MUTLULUĞU BULABİLECEĞİMİZE İNANDIRDI…

Başlıktaki sözler Alain De Botton’a ait… Elimde, hem de Türkiye’de basılarak dünyaya dağıtımı yapılan “ÇALIŞMANIN MUTLULUĞU VE SIKINTISI” isimli yeni kitabı var… Bugüne kadar tüm kitaplarını sıkılmadan okuduğum yazarlar arasında…
Ama bu kez nedense hiç yapmadığım bir şeyi yapmak istedim…
Yazımı doğa yürüyüşü sonralarına saklar… Doğaya ilişkin ve onun coşkulandırdığı hissiyatımı yazardım… Oysa şu anda öylesine şeylerle doluyum ki…
Duyar gibiyim… Evet… Kriz… Ekonomik Kriz… Günlerdir izliyorum… En başta başımızdakini ve ötekileri…
Sonra güvendiğim… Partinin pusulasını nasıl kaybettiğini… Ya sonra? Güzel Ülkemin nasıl karıştırılmak istendiğini ve sahipsiz… Gösterilmeye çalışıldığını… Mensubu olmaktan her zaman onur duyduğum ve duyacağım… Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurgulanan kargaşa içine nasıl çekilmek istendiğini izliyorum… İçine gireceğini de hiç ama hiç düşünmüyorum…
Bu millet dün nasıl birlikte yaşamayı bildi ve Türkiye’m için soyu ve sopuna bakmadan nasıl sayısız şehit verildiyse… Ve verilmekteyse…
“Devinim içindeki değerlerin örtüşebildiği oranda bu millet kendi kendine anlaşıp bir arada yaşamasını, Atamın koyduğu temel kurallar içinde ve Türkiye’min bütünlüğü ve bağımsızlığı içinde öğrenmeli… Ve bunun bedeli ne ise ödemeli… Düşüncesindeyim…”
OOOO! Kendimi kaptırmışım… İçimde ne anlatmak vardı… Neler döküldü satırlara…
Oysa… ABD’de başlayan ve tüm dünyayı kapsayan Ekonomik krizin temel nedeni nedir? Diye farklı bir açıdan düşüncelerimi dökmek; zaman kalırsa veya ikinci bölümünde Alain De Botton’un yeni kitabı hakkında yorum yapmak istemiştim…
Daha Teğmen rütbemde iken; aklımın bir köşesinde “ekonomi” ve onun kuramları… Ve anlaşılmaz bulduğum terimlerinin ne anlama geldiğini kendi kendime öğrenmek için neler okumadım neler… Aynı merakım… Adana Erkek Lisesi yıllarında “Felsefe” için de geçerliydi… Yıllar içinde Kara Harp Akademisi Eğitimi ile birlikte “Strateji”’ye de merak sardım… Şimdi ne anlatacaktın… Kendi reklamını yapmaya başladın der gibisiniz?
Kendimi savunmak istemiyorum… Düşündüğünüz hakkında yorum da yapamam… Ama yazımı buraya kadar okuduysanız bundan sonrasını da okumak istersiniz diye düşünüyorum…
Harp Tarihi dersinde; “savaşların nedeni” ne sosyolojik ne de milliyetçiliktir… Tek nedeni “ekonomiktir… Denmişti… Öylesine tartışmaya girişilmişti ki… “Ekonomik” nedene pek anlam verememiştik… O zaman ki aklımızla… Doğrusu… Asker adam ne anlar… Ekonomiden... Denirdi…
1929’larda başlayan “Amerika’daki Ekonomik kriz”… Önceleri ekonomisinde resesyona (ekonomik durgunluk) girmesine neden olmuş… Arkasından almış olduğu tüm önlemlere karşın… Deflâsyona(para arzının azalması ve fiyatların oldukça düşmesi) engel olamamıştı…
Sonrasında ne oldu biliyor musunuz? Ekonomistlerinden biri… Bu ekonomik çöküntüyü tek bir şey önler dedi… ABD Halkının sıkıntıya katlanma gücünü artırmak… Peki, nasıl olacaktı? “SAVAŞ EKONOMİSİ” uygulayarak… Yani savaş ilan ederek? Kime? Ne Zaman?
O zamanlar; Dünyanın hali de pek iç açıcı değildi…
1nci Dünya Savaşı sonrası; Versay Anlaşmasını hazmedemeyen Almanya ve birkaç yıl sonra Hitler, diğer uçta Japonya’nın saldırgan tutumu, İtalya’nın Mussolini’si rahat durmuyorlardı…
Gerçekten de ABD, 1929 yılında resesyon karşısında faizleri geri çekerek “0” yapmalarına rağmen; halkın alım gücü ve para arzı daha da azalmış ve deflasyon; kaçınılmaz etkisi ile işsizlik, sanayii ve reel ekonominin aktörleri bir bir ABD ekonomi sahnesinden çekilmişlerdi…
ABD; 1939 Yılında patlak veren 2nci Dünya Savaşına ( İngiltere’ye doğrudan destek sağlamasına rağmen) fiilen 1941 yılında girmişti…
Ve inanmayacaksınız… Savaş yıllarında Ekonomisi rayına girmeye başlamıştı…
Ne anlatmak istediğimi sanırım anlamışınızdır…
Önümüzdeki yıllar sadece 2009 yılı önemli değil… Ekonomik Tablo her geçen gün daha da kötüleştirilecek… Niyet ettiği ülkenin yani İran’ın; Öncelikle petrol gelirleri elinden alınacak düzeyde etkisizleştirilecek…
Dünyadaki Ekonomik çöküntüden nasibini almasını sağlayacak… Ve düğmeye basılacak…
Diğer bir aklımı kurcalayan husus: Neden Türkiye; IMF şartları için zorlanıyor… Resesyona düşmeme karşılığında; Beş, On yıl sonrasına hazırlandırılıyor veya bir bedel isteniyor olmasın?
Yorum size ait…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
29 KASIM 2008
İSTANBUL