1 Ekim 2007

BOLU YAYLALARINDA

KAŞIKÇI ŞEYH KÖYÜNÜN CEVİZLERİ
23 EYLÜL 2007 günkü yürüyüşümüz Bolu ilinin köylerinde: Dış dedeler köyü ile Kaşıkçı şeyhi köyleri arasındaki bölgede yapılacak, İzmit’i geçmemize rağmen hava karanlık yağmur hala çiseliyor.
Kara hava bizleri öylesine gevşetti ki, uykuya karşı koyamayanlarımız çoğunluktaydı.
Kazkıran geçidini(rakım 800) geçtikten sonra bulutlarla birlikte yolculuğumuz devam ediyor. İç dedeler köyüne doğru bulutlar tepeler hattının üzerine bağdaş kurmuş gibiydi aracımız vadi tabanına doğru kıvrıla kıvrıla yöneldiğinde bulutlar yukarıda tamamen bir çember oluşturmuştu.
Dış dedeler köyünü geçtikten biraz sonra araçlardan indik. Hava şimdilik iyi görünüyordu, yağmurun olmayışı yüzümüze sevinç busesini kondurmuştu.Orman yolundan yürüyüşümüz devam etti.

Önümüzde öylesine bir çöküntü belirdi ki, bir zamanların anlı şanlı “Kara göl” imiş.
Ama gölde, sudan eser miktar dahi yok, şimdi üzerindeki hayvanların otladığı
bir mera durumunda çünkü bu kuraklık devam ederse çayırlıklarda toprağa dönüşecek.
Tüm bu düşünceler içinde yürüyüşümüz devam ediyor, önümüze çok sık alıç ağaçları çıkmakta.
Sonbaharın kızı Eylül kendini göstermeye başladı,ne kadar da sarı ve sarıya çalan renkleri seviyor hemen hemen giydiği tüm giysiler sarı tonunda...
Ara sıra da anıtlaşmış çam ağaçları,içlerinde birisi tahminen 700 yaşında gövdesi, bir çobanın nacağına teslim olmuş. Sadece bir tutuşturmalık çıra için…
Kara göl arkamızda kaldı, Yayla evleri bom boş, havanın rengide kara griye çalmakta, sis içine girip çıkıyoruz… Karşılaştığımız alıç ağaçlarını ziyaret etmeden geçmiyoruz.
Saat 1.30’a doğru boş bir yayla evinin yanından geçerken eşimle; tek başına bir alıç ağacı gördük, üzeri iri iri tatlı, çok güzel bir alıç ağacı idi,
etrafında başka ekili,dikili hiçbir şey yok, yalnız başına sıkılmıştır diye her geçen Ayakizi bir kaç alıç korumaya alayım derken, dönüşte baktığımızda sadece yaprak ve ağaç kalmış .Ayakizleri alıçları sıkılmasın diye yanlarına koruma amaçlı aldıklarından hiç şüphemiz yoktu.
Bahçeli boş bir yayla evininde mola verildi.

Öğle yemeği hazırlıkları başladı.Ayakizleri tam bir ekip ruhuyla görev başındaydı.Hüseyin bey elindeki orijinal bir tahta kaşıkla gönül'de çorbayı karıştırıyordu...
Ne olduysa o an oldu...kulakları çınlatan bir bağırış Serpil Hanım(Hüseyin beyin eşi) o tahta kaşığımı buralara mı getirdin...Hüseyin...!!!!!
Ben o kaşığı Karatepe'lerden aldım, sen nasıl o güzelim nadide kaşığımı buralara getirirsin..!!!!!!!
Önce samimi olarak söyleyeyim, hepimiz pür dikkat Serpil hanımı izledik,tamam işte aile dramı başlıyor derken....
Bir kahkaha bir kahkaha Ayakizleri gülerek yemek hazırlıklarına devam etti.
Klasik “çaydanlıkta tavuk sote içine bu kez mantar da ilave ediliyordu. Hüseyin beyin deyimiyle, Tavuk sote yapılan Zarife’nin eltisi gönül’de çorba yapılıyordu.
Herşey çok güzel idi. Çorba içimizi ısıttı, Klasik Ayakizi tavuk sotesinin bu kez çeşnisi bol idi ama anlam veremediğim şey; tavuk soteyi yerken ağzıma gelen kabuklu sarmısaklara bir anlam veremedim.
O da Selim beyin marifeti imiş.


Mola oldukça keyifli ve uzun sürdü.
Tekrar yürüyüşe başladığımızda sis ve yağmur etkili olmaya başlamıştı.

Yayla evlerini geçiyoruz, karşımızdan gelen köylü bizi iftara evine davet ediyor, teşekkür ederek yolumuza devam ettik.
Alçalan ve yükselen vadi yamaçlarındayız, Allahım rüzgâr yağmurla birlikte nasıl soldan soldan esiyor, iniyoruz çıkıyoruz, sol yanımız artık uyuşmak üzere,arkadan gelen Hüseyin beyin grubu bizim sol gerimizden geliyor, onlar bizim çıktığımız yükseltilerle karşılaşmıyor. Sis görüşü öylesine etkiledi ki biz yedi kişi gruptan kopmuş olarak gidiyoruz.
AAAAA!!! Bir baktım önümüzdekiler grupta yeni yürüyüşe katılan iki bayana önünüzdekileri görüyor musunuz diye sordum? Evet dediler, koşturdum, düdük çaldım, cevap yok, kaybolmuştuk, bayanların gördükleri insan boyundaki rüzgârın etkisi ile sağa sola sallanan çalılıklar idi...
Barış’la birlikte düdük öttürmeye başladık.Şansımızdan arkamızdan gelen Hüseyin Bey ve onunla birlikte arkadan gelen arkadaşlar bizim düdük seslerimizi duyunca onlarda düdüklerini öttürdüler ve düdüklerle anlaşarak yol sapağında buluştuk.
Doğruca 1400metre yükseklikteki yayla evine sığındık, hemen üs kata balkona çıktık vadiyi görebilir miyiz diye ancak nafile yağmur yağıyor, sis etkili göz gözü görmüyor. Tam bu esnada çatırr diye bir ses kızcağız kilolu olmasa da ayağı çürüyen bir tahtayı kırmış ses ondan,epeyce güldük...

Burada biraz soluklandıktan sonra yola koyulduk, saat altıya doğru Arabacılar çayı vasindeki Kaşıkçı köyünün çatılarını gördük.

Daha iki saatlik yol var dediler, bereket vadi yamaçlarından aşağı doğru inmeye başladığımızda, yağmur etkisini kaybetti, hava ısınmaya başladı.
Ceviz ağaçları; bize üşümemizi, ıslanmamızı unutturmuştu, Ayakizleri ceviz ağacının konukları olmuştu.

Cevizler de öylesine bereketliydi ki…
Ceviz toplarken...ve yerken...ki keyfime diyecek yoktu..
Ha!!!!aklıma gelmişken sorayım.
Bir ulu ceviz ağacına tırmanıp ceviz topladınız mı? Eliniz de uzun bir değnekle ceviz çırptınız mı?
Sonra düşürdüğünüz cevizleri yerden toplayıp daha torbaya koymadan bir bir Mardinli "telkari" kuyumcu ustasının titizliği ile yeşil kalın kabuğunu ellerinizin kınalı kınalı olmasına, arkadaşlarınızın veyahut patronunuzun tenkitlerine aldırış etmeden ,kulak asmadan soydunuz mu?
Kırıp,içindeki kirli beyaz zar gibi ince kabuğundan cevizin bembeyaz meyvesini ayırıp ağzınıza atarak, aromayı tattınız mı?
Sanırım gülümsüyor birazda başınızı sallıyorsunuz,garipsemeyin ben bu zevki tam kırk yıl ertelemişim........
Amacım ceviz yemek değil o güzelim aromasının farkındalığını yakalamak... Çocukluğumdaki günleri yad etmek...
Erteleme düşüncesinde olanlara bir şeyleri demiş olmak.......
Eşim ise bugün topladı ve birlikte yedik....
Hava kararmasa içimizdeki çocukları ağaçtan indirmek çok zor olacaktı.
Fenerler yakıldı gecenin sessizliğinde saat sekizde Kaşıkçı Şeyh köyüne vardık.
Hüseyin beyin, köylüler üzerinde oldukça olumlu etkisi vardı, tüm evler kapılarını açtılar, ıslak elbiseler buralarda değiştirildi.
Yol üzerinde Safranbolu benzeri evleriyle ünlü Taraklı ilçesinde,çöven otundan yapılmış köpüklü helvalarımızı ve köy peynirlerini aldıktan sonra saat bir sularında İstanbul’daydık.

Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ





23 Eylül 2007

LİKAPA TOPLAMA UĞRUNA_2

Kayın ormanları içindeki yürüyüşümüz kısa bir mola ile sona erdi. Önümüzde geniş bir düzlük vardı, burası Soğucak Yaylasıymış. Yaylanın girişindeki çoban ve koyun sürüsü görülmeye değer bir manzara oluşturuyordu.
Havanın kararması; yağmur yüklü bulutların yüklerini daha uzun süre taşıyamayacakları ve kısa süre sonra bu yüklerini boşaltacakları haberini veriyordu. Yağmurluklarımızı giymiştik ve beklenen oldu, öylesine şiddetli bir sağanak yağmur başladı ki, ayaklarında sandalet olanlar ve yağmurlukları olmayanlar çok etkilendiler.
İmdadımıza yayla evleri ve ulu kayın ağaçları yetişti diyebilirim.
Soğucak yaylası sisler altında göz gözü görmüyordu.
Tüm bu kötü hava koşullarına rağmen Hüseyin ve Selim Beyler,
tabii Barış’ı da unutmamak gerekir,
ateşi yakmayı başarmışlardı.
Bir taraftan Ayakizlerinin klasik yemeği haline gelen “çaydanlıkta tavuk sote” , ızgara köfte diğer yandan da Necati bey self servis soğukları hazırlıyordu.
Ateş başında elbiseler kurutulmaya pişen yemekler yenmeye başlandı. Özellikle tüm bu kötü hava koşullarına rağmen ateş başındaki baba kızın sohbetleri nefis bir atmosfer oluşturuyordu.

Kara gri bulutlar öylesine alçaktan uçarak gidiyordu ki sanki önüne kim çıkarsa alıp götürecek gibiydi.

Mola bitmiş, artık yola koyulmuştuk ancak yoğun sis yürüyüşümüzü zorlamaya başlamıştı.

Yol kenarlarındaki “likapa” çalılıklarının budanmış olduğu söylendiğinde oldukça üzüldük ancak iç bölgelerde bulunabileceği söylenmişti ki önümüze Ali Çevik Beyle birkaç kişi Likapalarıyla çıktılar.
Biz de merak içerisinde “likapa” yemeye koşuşturduk, tadı mayhoşu küçük siyah üzüm tadında, yaban mersini familyasından, bir yabani yemişti.
Merakımızı giderdikten sonra sağdaki patikadan Erdemli istikametine aşağı doğru ineceğimiz söylendi.

Patikanın başlangıcında kestane ağaçlarının meyveleri sanki tırtıl gibi görünüyordu, patika birkaç saat içinde cangıl ormanlarına dönüştü. Bir ara ağaçların arasından Sapanca gölünü gördük.
Bundan sonra yürüyüş bitinceye kadar karanlık, insan boyundaki kabalaklar ve dikenli böğürtlen sarmaşıkları arasında yürüdük.

Aklım eşimde, bu bölgede gece yürüyüşüne ilk kez katılıyordu, isterseniz bundan sonrasını eşimin günlüğüne aktardığı satırlardan okuyalım:”Ben karanlıkta neye ve nereye bastığımı görmeden yürümekten tedirgin olan biriyim, birkaç gece yürüyüşünde kaytardım, gitmedim ama bu sefer kendi ayağımla koştura koştura gittim. Çünkü Hüseyin Bey, yürüyüşün geceye sarkacağını hazırlıklı gelinmesini bildirmişti. Yürüyüş esnasında filkulağı büyüklüğündeki kabalak bitkilerinin yaprakları suratıma çarpıyor, ayağıma dolanan dikenli çalılar tökezletiyor ki bunlar sürüngen de olabilir düşüncesine rağmen gıkım çıkmadı. Ancak Mehmet’in arkamdan devamlı sağa dikkat, sola dikkat, dere var, sarmaşığa takılma komutlarından öylesine bunaldım ki: Tüm uyarılarına rağmen pek cevap vermedim çünkü yüzümü görmüyor ama konuşursam ses tonundan gerildiğimi anlar üzülür, kırılır…
Genelde etrafımı dinleyerek yürüyordum. Bir dereciği geçtik bir ses haşırrttt…, ve bir kayma sesinden sonra güppp diye bir şeyin düştüğünü duydum.
Mehmet arkamda yürüyordu bir döndüm arkamda yok.
Mehmet! Diye seslendim fenerimin pili bittiği için göremiyorum…
Yerden bir ses, Gülay ben düştüm!
Güler misin ağlar mısın? Bana sürekli talimat veren komutan, sarmaşıklara takılmış suyun içinde, eğildim elinden tutarak kalkmasına yardım ettim, kolunda dikenlerin çizdiği yerler kanıyordu.
Önemli değil, sen ne demiştin dedim. Ünlü Filozof Nietzsche’nin “en büyük keyiflerimizin kaynağında, garip bir biçimde bize en çok acı veren şeyler bulunur” sözünü hatırlattım.”

İşte eşimin düşündükleri de böyleydi, yürüyüş devam ediyor, kolum sızlıyordu.
Bizim işimiz zordu ama Selim beyin işi daha zordu. Çünkü bir taraftan patikayı bulmaya, kabalaklardan iz açmaya çalışıyor; en zoru da kaybolduk, yanlış yoldayız diyerek panik yapan grupta yeni yürüyen arkadaşların etkisinde kalmamaya çalışıyordu.
Dikkatimi çeken diğer bir durum ise; ellerinde son derece modern GPS cihazı olup ta panik yapanlara moral verme zahmetinde bulunmayan ve destek olmayanlardı.
Sık sık aralıkları sıklaştırmak için mola verildi.

Tüm bunlara rağmen yürüyüşte adrenalin oldukça yüksekti, bizim için yürüyüş daha keyifli bir hal alıyordu.
Kırk altı Ayakizi, Ateş böcekleri gibi görünüyordu.


Lambalarımızın pilleri bitmeye başlamıştı ki Erdemli’nin ışıkları görünmeye başladı. Tempo oldukça hızlandı ta ki otobüslere varıncaya kadar.
Otobüslere binmeden biraz soluklandık, yürüyüşü; yorulsak da maceralı, adrenalinli planlansa da yaşanamayacak keyifli anları yaşayarak bitirmiştik.
Gözümün önünden alçaktan koşarcasına giden gri siyah arası renklere bürünen bulutlar hiç gitmiyordu.
Tüm yaşadıklarımız için… Teşekkürler Ayakizleri.


Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ

19 Eylül 2007

LİKAPA TOPLAMA UĞRUNA_1

Yaz aylarının bunaltıcı sarı sıcaklarından sonra bu kez Kapıorman dağlarının kuzeylerinde Eskiyayla-Sapanca bölgeleri arasındaki güzergahta yapılacak doğa yürüyüşü için; iki midibüs ayakizleri doğa tutkunu ile birlikte yola koyulduk.
İlk mola Geyvenin beldesi Ali Fuat Paşa'da verildi.Ramazan ayı olduğu için kahvehaneler kapalıydı.Bir açık yer bulduk,içerisi oruç tutmayanlarla dolu ama kahvehaneyi işleten çaycı, devamlı kapıyı örtüyor,tedirgin,içerisi sigara dumanı uzun süre oturamadık.
Sera hanımın bir cevizle ödüllendirildiğini eşimden duyunca oldukça şaşırdım:Olay şöyle gelişiyor,Sera hanım kahvehanenin önünde sigarasını içerken bir adam yaklaşıyor ve sizi cesaretinizden dolayı kutlarım diyerek cevizi veriyor...
Grubun alış verişi bittikten sonra,Pamukova'dan Eskiyayla yönüne saptık.Sağımız solumuz bahçeler meyvalarla dolu dikkatimi çeken ayva, nar ve kış hurmasının bol olmasıydı.Sanırım kış geçen seneye nazaran çetin geçecek.
Araçlarımız tırmanmaya başlamıştı,rakım arttıkça hava ve çevrenin bitki örtüsü de değişiyordu.Rakım 900metreyi bulduğunda çam ağaçları yerini kayınlara terketmişti aralarında köknarlar boy gösteriyordu.
Domuzyatağı bölgesinde araçlardan inip sırt çantalarını hazırlarken ağaca tırmanan ilk afacanla selamlaştık,ne zaman sincap görsem işim mutlaka iyi giderdi.Bugün de öyle olacak diye eşimle söyleştikten sonra yürüyüşümüz başladı.
Kayın ormanlarının içinde idik yeşilin her tonunu görebilirdiniz.Yürüyüşe tam yoğunlaşmış sayılırdık.Bulutların yağmura dönüşme olasılığını umursamadan.
Doğa yürüyüşü;adı üstünde bahtınıza ne çıkarsa o duruma hazırlıklı olmalıydı kişi. Keyifli de olabilirdi keyifsizde: Hüner, keyifsizliği keyife dönüştürmekti.

Umarım sizi sıkmam ama "keyifle" ilgili Nietzsche'nin şu sözlerini hatırladım:
"Keyif ile keyifsizliğin birbirinden asla ayrılmaz şeyler olduğunu düşünelim,öyle ki insan birinin ne kadarına sahip olmak isterse ötekinin de ancak o kadarına olacak....
Seçim sizin:Mümkün olduğu kadar az keyifsizlik, kısacası acısız bir yaşam mı....yoksa o ana kadar hiç tadılmamış zevkleri tatmanın,keyifleri yaşamanın bedelini ödemeyi göze alarak mümkün olduğu kadar çok keyifsizlik mi?Eğer ilk seçeneği yeğler ve acılarınızı azaltmayı,hatta yok etmeyi isterseniz,o zaman keyif alma kapasiteniz de azalacak,hatta yok olacak....."

İşte ilk keyifli an karşımıza çıkmıştı, alıç ağacından alıçı yerken çocukluğumuza gidiverdik,

eşim; o zamanlar bunun kırmızısını ipe dizerler pazarda satarlardı dedi.Oysa bu alıç sarı renkli ve yediklerimizden daha aromalıydı.Tabii ki bu sırada en keyifli an'da 25 yıl önceki bir dostla Dr. Ali İhsan Beyle karşılaşmamız oldu.

Yürüyüşümüz kayın ormanları içinde devam ederken Eskiyayla'lı köylülerle karşılaştık,

tomruk soyuyorlardı,az ilerde köylü kadın ateşini yakmış ısınıyordu.

Rakım 1100 metreden aşağı göstermeye başladığında,kayın ormanın yağmurla kayganlaşmış humuslu toprağı da eğimin artmasıyla birlikte kayganlaşmaya başlamıştı.

Bir kaç kişi toprağı yakından gördü.
Gülüşmelerle Domuz deresine inmiştik.

Vadinin bağrında yeşilin tüm tonlarını seçebiliyordunuz.Dere sanki gazoz dolu bir bardaktaki gibi ses çıkartıyordu.Burada elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra tekrar ormanda yola koyulduk.
Bu sefer bizi ; Hüseyin Beyden öğrendiğimiz kadarıyla; "atropa bellona" Atropin iğnesinin ham maddesi "Güzel avrat otu" karşıladı

gerçekten çok güzel bir görünümü vardı.

Biraz moladan sonra yağmur atıştırmaya başladı,yağmurluklar giyildi.

Yağmurun etkisiyle toprağı yararak fışkıran çiğdemler sanki muştulu bir haberi

bizlere yetiştirmek istercesine boynunu bize doğru uzatıyordu.
Onları kırmadık biraz söyleştik bir kaç poz çektik.Koparmaya kıyamadık.
Sonra yoğun bir eğrelti otu tarlası diyebileceğim bir alana girdik,

bu kez yabani küpeli ağaçlarıyla karşı karşıyaydık.Muhteşem bir görünümleri vardı.

Tekrar yoğun kayın ormanının içinde idik,bu kez ormanın rengi beni hüzünlendirmedi dersem yalan olur,öylesine yorgun ve kederli görünüyorlardı ki

yılların etkisiyle alt dalları tamamen kurumuş ve kırılmış,

tüm yeşil yapraklar tepelerde varlığını devam ettiriyor.
(devam edecek)

22 Ağustos 2007

KOKU...BÜRÜCEK KOKUSU...

Bloguma gönderilen yorumlardan biri; beni öylesine şaşırttı ki anlatamam.
Bu iyi dilek belirten yazı " :) can'dan" gelmişti,kendisini sanallık dünyasında yazdığı sade, anlaşılması kolay yazılarıyla tanımıştım.
Sonra " eniyi blog yarışmasında birinci" olması da beni şaşırtmamıştı.
Yazısında; "benim kokularım" başlıklı yazısını okumamı ve benden de "çok hoş bir yazı" beklediğini belirtmişti.
Eşimin dediği gibi siz de :Diyeceksiniz ki bunda şaşıracak ne var?
Sen de hoş bir şey yazıver!
Dediğiniz doğru! Ancak ben yazılarımda sadece doğa yürüyüşlerine yer vereceğimi düşünmüştüm.Zaman zaman da etkilendiğim,felsefi görüşler...
Böylesine başlangıçta basit gibi görünen "koku" sözcüğünün beni alıp annemin kucağına ve örtündüğü tülbentin kokusuna götüreceğini bilemezdim ki!
Yazımdan çok "hoş "yerine sizleri üzebileceğim kelimeler dökülüverir kederlendiririm diye korkarım.
Şaşkınlığım bundandır.
Ama ":) can" 'ın isteğini kıramadım.Düşüncelerimi aktarayım dedim.
Koku; insanın imzası,parmak izi,geçmiş ve gelecekle iletişim kuran bir algılama,farkındalıkları yakalamaya ve yaşatmaya yardımcı olan sihirli bir tılsım.
Hafızamı zorladığımda, kokuyla ilgili aklıma ilk gelen şey; yıllardır yaz, kış doğa yürüyüşlerinde boynuma sardığım tülbentte annemin kokusunu duyumsamamdır.
Bu koku;
beni annemin kucağında, Torosların Bürücek yaylasının zorlu yollarında yürümekte zorlandığımda sırtında taşıdığı, çocukluk günlerine götürür.
Bu koku;her yaz, Adana'nın sarı sıcaklarından etkilenmememiz için,annemin
götürdüğü, Bolkar'ların, Aladağ'ların özetle, Torosların yaylalarının; taşını, toprağını, çerini çöpünü,zirvelerinde yeni doğmuş oğlakların annesinin memesini çekiştire çekiştire emdiği,
Karaçadırlı göçerlerle tanıştırdığı günleri hatırlatır.
Göçerlerin;koyunlarından,ineklerinden nasıl süt sağdığını,sütü sağan ellerin,koyun,süt ve yerdeki tezek kokusunun bugün bile ayırdına varabiliyorum.
O çamurla sıvanmış taştan yapılmış odun ocaklarında yakılan çalı çırpının kokusunu hala duyumsarım.
Gürül gürül akan derelerin kenarındaki yabani nane kokusu, otların en belirginlerinden olduğu aklımdan çıkmaz.
Ağaçların herbirinin kokusu; ayrı bir efsaneyi anımsatan bir destana benzer,ancak ardıç ağacının kokusu hala beni öylesine olumlu yönde etkiler ki gücüme güç katar.
Ağaçların dallarında yakalayabildiğim ağustos böceğinin kokusu, tıs tıs böceğine nazaran daha kokusuz oluşu beni hep meraklandırmıştır.
AhşapYayla evimizin çinko çatısına düşen yağmur taneleri öylesine korkutucu ses çıkartırdı ki,rüzgarın tesiriyle tahta evimizin aralıklarından içeri sızan toprağa bulanmış çam ağacı kokusu sihirli tütsü gibi tüm korkumuzu alıp götürürdü,
Torosların zirvesine orada ki bulutlara teslim ederdi.
Zaman zaman rüzgarın etkisiyle çatıya düşen kozalakların felaket çığırtkanlığı :Yağmur sonrası orman içinde yürümemize engel olamazdı.
Ormanda duyumsadığım o kokular var ya:İnsanın altıncı hatta yedinci duyusunun da olduğu hissini verirdi....
Bundan kırk yıl önce daha doğa yürüyüşü nedir bilinmez iken onun rehberliğinde deneyim kazandığım.
Tüm doğaylaiçiçe kokularını: Sanki özel bir kodlamayla beynimin koku belleğine kaydettiğim,koku alan ve duyumsayan hafızanın silinmeyeceği gerçeği aklıma bile gelmezdi.
Her doğaylabaşbaşa olduğumda, terlediğimde terimi silmeden önce mutlaka boynuma sardığım tülbenti koklarım.
Kokladığım kokuda annemi bulabilmek,yaşadığım ve onun öğrettiği şimdi eşimle birlikte yaşadığım ve paylaştığım " doğaylabaşbaşalığı" ona da göstermek için.....
Ruhun şad olsun "sevgili anam".........
Mehmet Yücebilgiç
22 ağustos 2007