22 Ocak 2008

HİSAREYN-NÜZHETİYE-KUTLUCA-KIRINTI KÖYÜ KEŞİF YÜRÜYÜŞÜ

İYİ DÜŞÜNÜN...
Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine Acele edin. Er veya geç Çimenler yayılacak üzerinize
CAN DÜNDAR


BİR DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİ; ANNE AYI İLE YAVRUSUNUN AYAK İZLERİ…


Yeni yaşımın ikinci gününde: 19 Ocak 2008 Cumartesi; Kocaeli yollarındayız…
Yürüyüşümüz keşif niteliğinde kısacası zaman, hava ve arazi yönünden bahtımıza ne çıkarsa, ona katlanarak yürüyeceğiz…
Bu nedenle Hüseyin Bey grubu otuz kişiyle sınırlı tutmuş…
Keşif; Gölcük ile İznik ilçelerinin beldelerini kapsayacak şekilde Samanlı Dağlarında(Nüzhetiye-Kırıntı köyleri arasında) yapılacak…
Mesut kaptanın seri yönetimi ile midibüsümüz, Hisareyn beldesinin dar sokaklarından yukarı doğru tırmanıyor… Beldenin ismi dikkatimi çekiyor… Hem Türkçe hem de Arapça kelimelerden oluşmuş, Hisar: Burç, Eyn: Çift, “ÇİFTEHİSAR” anlamında olduğunu sonradan öğrendim…
Evler yazlık görünümünde… Bir süre sonra Nüzhetiye köyüne vardık, burada sırt çantalarımızı kuşandıktan sonra
Balık Çiftliğinden yürüyüşe başladık… Çiftlik bomboş… Biraz yürüdükten sonra şelaleyi gördük… Sonra dik bir yamaçtan halat ve yardımlaşmayla çıktıktan sonra gürül gürül akan dere kenarından yürüyüşe başladık. Bu yürüyüşün yaklaşık beş buçuk saati tırmanmayla tamamı ise yedi saat sürecekti…
Sol tarafımız derin bir vadi, yer güneşin de etkisiyle çamurlaşmaya başlamış, botlarımızdaki çamurları orman içindeki orman güllerinin çalılarına sürterek çıkarmaya çalışıyoruz…
Ama nafile… Bir süre çamur ve orman güllerinin çalıları ile boğuşmaktan çıktığımız rampanın farkına bile varamadık…
Hüseyin Bey Asker Mehmet ile devamlı harita değerlendirmesi yapıyor…
Kendime göre bir kerteriz aldım, bana göre de güneşin battığı vadiye doğru gitmemiz gerekiyordu…
Önemli olan da ormandan hava kararmadan çıkmak en güzeli idi… Gülay’la da konuştuk, bizim için Kırıntı köyü önemli değildi, önemli olan bir yerleşim yerine varmak… Sonrası kolaydı…
Ama bizim düşüncelerimiz keyfe kederdi… Hüseyin Beyin deneyimine güveniyorduk… Doğruyu söylemek gerekirse birazda olağanüstü durumlar yaşamak istiyorduk… Biz her duruma hazırdık… Çok geçmeden çamur, orman güllerinin çalıları bitmeden yer yer dizimize kadar derinleşen karla karşılaştık… Bu da iyi dedik.
Ah! O toz gibi ayağımızın altından kayıp giden, un gibi ufalanıp bize pösteki saydıran kar yok mu? O çürük kar…
Dalları çıplak toprağı karlarla bezenmiş kayın ormanları; güneşin sarıya çalar ışıklarını özlemle bekler halleri vardı…
Sanki üşümeleri biraz olsun azalmış, ısınmışlığın verdiği rehavetle uykuya dalar halleri: Biz Ayakizlerinin şen şakrak sesleriyle, uykudan uyanmış bebelerin ne yapacağını bilmez şaşkın ürkek hallerine dönüşüyordu…
Karları, çamurları adeta yırtarak tüm güzelliklerini sergilemek isteyen bitkilere ne demeliydi..
Kayın ormanın sessizliği; zaman zaman peşimize düşen Av köpeklerinin havlamalarıyla… Zaman zaman da yerde ayıların pençe izleri! Diye uyarı sesleriyle bozuluyordu…
Selim Bey bir ara gruptan ayrıldı, ben, Gülay ve Aynur da kendisine katıldık ancak tutana aşk olsun… Selim Beyin, ayı izleri nidası ormanda yankılandı… Hemen hızlandık dikkatle izleri inceliyoruz… Gerçekten öylesine güzel bir iz ki bu görünümü kendime doğanın doğum günü hediyesi saydım…
Meraklandınız değil mi?
İz; bir “ana ayı ile yavrusuna” ait idi…
Kaç poz resmini çektim, bu ödülün bilemezsiniz…Aşağı doğru baktığımızda grup mola vermek için durmuştu…
Mola küçük bir çanak gibi kuytu bir yerde verildi, güneşi de böğründen alıyordu…
Menüde helva ve peynir var…
Gülay’ın sözüne uydum… Bir bardak kahve ve dörtte bir peynir ekmek yedim…
Keza yolun ne zaman biteceği önümüze ne çıkacağı belli değildi… Tok karnına da yürüyüş hiç çekilmez idi.
Mola sonrası tekrar karlar içinde rampaları çıkmaya devam ettik… Son dönemeci de döndükten sonra, artık şu tırmanmalar da bitsin derken yokuş aşağı inmeye başladık…
Bir baktım… Koşuyorum… Ben değil, yeni yaşını kutlayan içimdeki çocuk koşuyor… Ben de onu tutmaya çalışıyorum… O koştukça, ben onu tutmaya çalışıyorum…
Gülay’ın sesiyle kendime geldim…
Ne yapıyorsun dedi!
Ben de ben bir şey yapmıyorum…
İçimdeki çocuğun peşinden koşuyorum dedim…
Keyfimize diyecek yoktu…
İster Kırıntı köyü isterse Mırıntı köyü…
Şu beş buçuk saat süren yokuş yukarı yürümeler bitti ya… Bundan sonra isterse iki saat yol olsun… Razıyız…
Derken sondan bir önceki dereyi de geçtikten sonra güneş elini ayağını çekmiş hava soğumaya yüz tutmuştu… Karşılaştığımız son dere ise buz tutmuştu, biraz ilerde ki yıkılmış köprünün üzerinden geçerek yola devam ettik, hava artık kararmıştı ki evler görünmeye başladı… Burasının Kutluca köyü olduğunu öğrendik Kırıntı Köyüne yaklaşık bir saat var dediler…
Birkaç ev hariç, evler; ayazın sessizliğine bürünmüş, havanın kararmasıyla kendileri de bu sessizliğe ayak uydurmuş, köyde elektrik var, ama cep telefonu çalışmıyor, ısrarla çatılara baktım uydu anteni de yok… Kendi kendime fakirliğin gözü kör olsun dedim. Birden çocukken Toras’ların Bürücek yaylasında, hava kararır kararmaz yatakların içine girişimiz ve gaz lambalarıyla aydınlandığımız günler aklıma geldi…
Ayaza çeken hava artık yerleri jilet gibi buz yapmıştı… Yürümekte oldukça zorlanmaya başladım… Demeye kalmadı kendimi yerde buldum… Düşerken, Harbiye’deki hocam aklıma geldi... Şöyle derdi: “İnsan düşerken tedbir alamaz… Tedbir düşmeden önce alınmalı… Çay içerken dahi, düşerken nasıl düşeceğini (toparlanarak, elleri kullanmadan, cenin vaziyetinde) zihnine kazımalısın ki, düşme esnasında refleks olarak tedbiri bedenin alsın derdi…”
Gerçekten öyle de oldu, bir yerim incinmeden, güzel düşmüştüm…
Artık ilerde gözüken ışıklar gözümüzde meşhurlaşan KIRINTI köyü idi…
Hemen caminin el yüz yıkama yerinde botlarımızı yıkadık, bayanlar midibüste erkekler kahvehanede üzerlerini değişti…
Gülay’la birlikte Serpil Hanımın hazırladığı Kara lahana çorbasını içerken tadı damağımızda kaldı…
Ve gerçekten… Bugüne kadar böylesine bir çorba içmemiştik…
Yolda yürürken Selim Beye; Köye vardığımızda bu yorgunluğun üzerine Hüseyin Beyle yemek hazırlamamalarını istemiştik…
Bunun yerine İznik’te İMREN Köftecisinde köfte yemeyi söylemiştik…
İstediğimiz gibi de oldu…
Çayları içtikten sonra ver elini İznik…
Köfteler yendi… Kahveleri de hak etmiştik…
Orhangazi, Yalova, araba vapuru derken eve vardığımızda saat ikiye geliyordu…
Usumda “anne ayı ile yavru ayının ayak izleri” vardı…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ

2 Ocak 2008

SÜLÜKLÜ GÖL YÜRÜYÜŞÜ

2008 yılının;
zorlama kuralların ve prensiplerin dizginlerinden sıyrılmış,
gürül gürül gürleyen coşkulu bir duyguyla,
doğanın bağrında ceylanlar gibi sekeceğimiz bir yıl olması dileğimizle…
G.M.Y


SÜLÜKLÜ GÖL YÜRÜYÜŞÜ
2007’nin bu son yürüyüşünde Sülüklügöl yollarındayız, her zamanki yürüyüşlerden bir farkı, yürüyüşe katılanların çeşitli guruplardan oluşu hatta Dokurcun’da Boğaziçi, Bilgi Topluluğundan Murat Selçuk ve üç arkadaşının da katılması gruba ayrı bir renk kattı…
Dokurcun çayının böğründe sabahın ilk çayını yudumlamak oldukça keyifli idi… Mola sonrası yürüyüş başlangıç noktasına araçlarla ilerlerken, vadiler; üzerlerindeki yollarla birlikte aşağılarda kalmıştı… Gökyüzü düşündüğümüzün tam tersine masmavi idi…
Yaylada inerek, yürüyüş için hazırlanmayı müteakip bayır yukarı yürüyüşe başladık…
Yer donmuş, hava berrak, soğuk ama mis gibi… Yürüdükçe vücudumuzun kaloriferi de çalışmaya başlıyor, durunca hemen soğuyor… Yavaşlamaya bile cesaret edemiyoruz… Yağan karlar soğuğun etkisiyle bembeyaz kristal gibi olmuş seyretmeye doyum olmuyor…
Güneş soğuğu kırıyor, yükseldikçe manzara da güzelleşiyor, Hüseyin Bey baharda yapacağımız yürüyüşün güzergâhını karşıda ki dağları göstererek tarif ediyor…
Kayın ormanının içinde daha da dikleşen bayırı ara vermeden tırmanıyoruz… Toprak donmuş yer yer merdiven gibi olmuş, tepeye vardığımızda iki saati geçmişti… Kısa süreli bir moladan sonra tekrar yokuş yukarı çıkıyoruz…Bir grup çok ilerdeler Sülüklügöl/Çavsak istikametinde gidiyor… Bizim grubun gideceği istikamete gelmeleri için seslenildi. Hüseyin Beyin tarif ettiği yamaca doğru yürümeye başladık…
Artık Sülüklü göle inen yamaçlardayız, manzara güzel ama uçurumda güzel, dikkatlice patikadan ilerliyoruz…
Bu manzara kaçırılmaz! Hemen bir mola verildi..Hüseyin Bey,Sülüklü gölün (gölleri)1702 yılında heyelan sonucu bir derenin sekiz dokuz bölüme ayrılmasıyla oluştuğunu anlatıyor...Ya kayın ormanı ne olmuş asırlardır gölün içinde duruyor... Mola sonrası yürümek pek istekli olmasada sağ yanımızdaki manzara mükemmeldi...Rakım 900 metrelere düştüğünde kardan mantolarını giymiş köknar ağaçları bizleri güler yüzleriyle karşıladı… Bu güzel görünüm yorgunluğumuzu unutturmuştu… Bu güzelikleri kaçırmak olmazdı...Köknarları geçtikten sonra bu kez tekrar kayın ormanı içindeyiz, Sülüklü göller peşi sıra yer yer donmuş…
Mola verilecek bölgeye geldiğimizde göl henüz donmakla donmamak arasında idi… Ayakizleri öbek öbek olmuş kimi yemek hazırlıkları içinde kimi ateş yakmakta kimi de sıcak çayını yudumlayarak sohbet etmekte…
Kısa süre sonra soğuyan havanın da etkisiyle; el ve ayak parmaklarımızdan başlayan uyuşukluk yavaş yavaş dudakların ince kıvrımlarında morarma olarak kendini gösteriyordu…

Titreyenler hazırlıksız gelenlerdi… Bir ara iki kişinin grupta bulunmadığı haberini duyduk. Ancak Hüseyin Bey problemi, kimsenin huzurunu bozmadan çözmeye çalışıyordu, panik yoktu…
Kısa süre sonra keşif için; fedakâr Ali Çevik ve Necati Ok gruptan ayrıldılar. İşleri kolay değildi, geldiğimiz o bayırları tekrar kat edeceklerdi...
Muhtemelen Liz ve eşi Çavsak istikametinde yönlerini kaybetmişlerdi, daha önce de bizimle yürüyüşe katılmış ve deneyimli olmaları yüreğimize su serpiyordu.
Bu yaşadıklarımız gerçeğin ta! Kendisiydi ve bu gerçekler kabul edilmeden yürünemez idi… Keza biz doğa tutkunları; peşin hükümde bulunmadan gezmeyi alışkanlık haline getirmiştik. Bu düşüncemiz var olan koşullarla çelişirse daha az hayal kırıklığına uğruyorduk. Sanırım en büyük farkımız “bilinmeyene karşı gösterdiğimiz olumlu yaklaşım”dan kaynaklanmakta idi…
Bu eşsiz karla kaplı doğa harikası Sülüklü gölün tadının ayırdına vardığımız için ben ve eşim öylesine mutluyduk ki…
Bu düşüncemizin temelinde: Hayalini gerçekle buluşturma ve usun çitlerini aşarak bu ıssız ve sessiz mekânda nelerle karşılaşabileceğimizi keşfetme merakı vardı…
Yılardır olduğu gibi....Sülüklü göl kıyısında üşünse de titrense de “çaydanlıkta tavuk sote, közde kızarmış sucuk ve diğer sunulan yiyecekler yendikten sonra yollara tekrar düşmüştük, hava karardığında Dokurcun balık çiftliğindeydik… Küçük kahvehane beklerken Talat Bey ve Tezcan hanımın sohbetine doyum olmadı… Kaybolan Liz ve eşi köye, aramaya giden ekipte yanımıza dönmüşlerdi…
2007 yılının bu son günün de yaptığımız yürüyüş de yaşadığımız gerçeklerle sona ermişti…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ


18 Aralık 2007

AYDEDE-SOĞUKDERE-SERVETİYE YÜRÜYÜŞÜ

ÖRÜMCEK, AĞININ DIŞINDAYDI...

“İçinde gizem barındırmayan bir hayat son derece yoksuldur…
Gizemsiz hayat, şiirden yoksun derinden yakalamaktan aciz bir hayattır…
Böyle bir hayatta, insan aynaya bakar ve dikkatle inceledikten sonra artık; kendine sorular soramaz.
Gizem; kişiye güvence değil kaygı verir ve bu huzursuzluk, soruların doğmasına ve kişinin yeni devinimlerine neden olur.”
Susanna Tamaro




Haberlerde, yağışların devam edeceği ve gittikçe de soğuyacağının sıkça duyurulması, bu hafta sonu yapılacak yürüyüşü daha da ilgi çekici kılıyordu.
Diğer neden ise, geçen hafta ki kar beklentimizin boşa çıkmasıydı.
Henüz yeni karı görmemiştik…
Yola düştüğümüzde hava soğuk ve kurşuni renkteydi…
Araçla, Yuvacık barajının yamaçlarından yukarı doğru tırmanmaya başladığımızda, daha yükseklerdeki tepelerin üzerine konmuş bulutları seyretmeye dalmıştık, daha da yükseklere çıktığımızda bulutlar yok olmuştu… Gökyüzü sadece gri rengine bürünmüştü…
Yerde ise 25–30 cm kar vardı. Yürüyüş öncesi hazırlık molası Servetiye konağında verildi.
Çaylar içildi, tozluklar bağlandı, kuşanma tamamlandı…
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra grup ikiye bölündü; uzun yürüyüş yapacak grupla yürüyüşe koyulduk, henüz ağaçların kucakları bomboş yağan kar sadece toprak üzerini battaniye gibi serilmiş.
Gökyüzü; sanki yabanıl bir geceden uyanamamış, hala gece duyduğu korku verici çığlıkların, uğultuların, haykırışların etkisi altında, aynı korkuların tekrarından çekinircesine rengi ancak kurşuniden griye dönüşüyor, biraz da saklanmak istercesine sis ve pusu artırıyor… Ya ince ince durmaksızın yağan çiğe ne dersiniz…
Görüş zaman zaman iki metreye düşüyor… Ayakizlerinin önde yürüyenleri ham karda iz açıyor, yorulanlar yer değiştiriyor… Belli ki bizden başka yürüyen olmamıştı…
Ancak güz boyunca nadiren duyduğumuz bülbül sesleri bizlerin yanağına tatlı bir buse gibi konu veriyor, özlemini çektiğimiz, bereketin muştusu çağlayan dereler öylesine gürül gürül akıyor ki sesleri kulaklarımızdan çıkmıyor…
Ne diyordu? Susanna Tamaro… Her sözcük bir tohumdur isimli denemesinde:
“İçinde gizem barındırmayan bir hayat son derece yoksuldur…
Gizemsiz hayat, şiirden yoksun derinden yakalamaktan aciz bir hayattır…
Böyle bir hayatta insan aynaya bakar ve dikkatle inceledikten sonra artık; kendine sorular soramaz.
Gizem; kişiye güvence değil kaygı verir ve bu huzursuzluk soruların doğmasına ve kişinin yeni devinimlerine neden olur.”
Bu keyif; ayakta verilen kısa molalarla pekiştirilmeye çalışıldı…
Artık somurtkan gökyüzünün etkisinde kalmak yok, bu gizemli ama gülümseyen ortamın tadını çıkarmak vardı…
Rakım düşmeye başladı, Aytepe’den aşağı doğru sanki akıyoruz. Bayırlardan aşağı karlar üzerinde koşarak inerken kendi mi daha keyifli hissediyorum.
Çocukluğumu hatırladım diyemem çünkü Adana’mda kar yoktu…
Beyaz örtü yavaş yavaş yerini çamura bırakmaya başladı rakım da 550 civarına inmişti… Çok yürümeden Soğukpınar’daki Veysel amcanın yerine varmıştık…
İçeri girdiğimizde Şöminede yakılan odunun kızıllığı ve bizden önce gelen Ayakizleri grubunun sıcaklığı karşıladı… Öylesine güzel bir atmosferdi ki sadece yaşamak gerekir…
Fedakâr Hüseyin Bey öylesine bir sofra hazırlamıştı ki: Mangalın başında Ayakizleri’nden arkadaşlar hamsi ızgara yapıyorlar, masada dev bir salata tepsisi, roka, Emektar Zarife’deki çorba sanki ikinci plana itilmiş gibiydi, Gülay’la onu kırmadık…
Limonlanmış helva da unutulmamıştı…
Balık sonrası ızgarada sucuk nefisti. Bu arada Veysel amcanın oğlu tepsi tepsi çay taşıyor…
Tabiî ki bu güzel ve samimi ortamı kare kare tespit edenlerin sayısı oldukça fazlaydı…
Mola sona erdi… Tekrar yollardayız, bu kez beyaz örtü yukarılarda kalmıştı, derin vadilerden yürüyoruz, dağlar, yamaçlar, dereler öylesine bir sis ve pus altında idi ki, ince ince yağan çiğ görünümü öylesine gizemli bir havaya bürünmüşlerdi ki,her an daha önce karşılaşmadığımız, kendisini açığa çıkartmamış bir şeyle karşılaşacağız hissi uyanmıştı içimde…
Hidayet Bey, Gülay ve ben yürüyüş grubunun sonunda avcı gibiyiz, incecik dallardaki su damlacıklarının görünümlerini çekmek için daha profesyonel bilgiye sahip olmak gerekiyor…
Derken öylesine bir güzellikle karşılaştım ki benden epeyce uzaklaşan Gülay ve Hidayet Beyi yanıma çağırdım… Hidayet Bey unutmadan söyleyeyim… Elindeki üç buçuk dört kilogram ağırlığındaki fotoğraf makinesi ve onun ayakları ile dağlar tepeleri yürümekten çekinmeyen bir doğa sever…
Gördüğüm ayrıcalıklı görünüm, doğa harikası…
“Bir çalının dallında örümcek ağı ve ağ üzerindeki su damlacıkları” idi. Bu görüntü beni öylesine etkilemişti ki peki ev sahibi neredeydi? Buldum… Buldum… On, onbeş santim ilerde dalın ucunda ve ÖRÜMCEK; AĞININ DIŞINDAYDI...
Bu görüntü uzman Hidayet Bey tarafından çekilmeliydi…(Kendisi uzmanlığı kabul etmiyor)
Gülay da çekti ama makine yeterli değil, ondan önce ben yeterli değilim, onun için de İfsak’taki fotoğraf çekme seminerlerine katılıyorum…
Merakla çekim sonuçlarını bekliyorum…
Yürüyüş ilerledikçe solumuzdan derin vadiden büyük bir coşkuyla akan dereler yer yer şelaleler yapmakta, sesleri görünümleri kulaklarımızdan ve gözümüzün önünden gitmiyor…
Tekrar pusun dağları ardına aldığı manzaralar inanın Karadeniz’i aratmıyor…
Yerleşim yeri görünmeye başladı Servetiye köyü, Camiden akşam ezanı okunuyor…
Bizler hoş bir seda eşliğinde bekleyen araçlara biniyoruz…
İstanbul’a doğru yol alırken Örümceği düşündüm, yuvasına dönmüş müydü? Ağı yağmura dayanmış mıydı? Yoksa bir kuşun ya da bir kertenkelenin avı mı olmuştu?
Bana göre Yılın ilk, Gülay’a göre yılın son kar yağışını bizlere yaşattığın için ve bunca fedakarlıların için teşekkürler…Hüseyin Bey..
Nice karda yürüyüşlere…




Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ

14 Aralık 2007

PAMUKOVA-DOMUZDERESİ YÜRÜYÜŞÜ

Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin.
Bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…
Can YÜCEL


MUTLU OLMAK İÇİN DAĞLARA TIRMANMAK GEREK…

Aralık ayının 9ncu günü; İstanbul’dan hareket edeli yaklaşık dört saati buldu.
Pamukova’yı geçiyoruz, sağımızda bize tepeden bakan, Kapı Orman Dağlarının öncüleri, üzerlerinde beyaz kürkleri görünmüyor?
Usumuzda; Hüseyin beyin bir haftadır, mailleriyle yapmış olduğu kar uyarısı sonrası acaba nasıl bir manzara ile karşılaşacaktık, sorusu…
Yarım saati aşkın bir süre sonra, Kapı Orman Dağlarının rampalarındaydık, gittikçe yükseliyoruz…
Sakarya vadisi öylesine sere serpe uzanmıştı ki… Hava billur gibi, üzerindeki tarlaların çit sınırlarını dahi görebiliyorduk…
Eskiyayla yerleşim yerini geçtikten kısa bir süre sonra araçlardan indik, hepimiz sağımızda solumuzda kar arıyoruz…
Nerede! Yüzümüzü yalayan serin esinti ve güneşin içimize yansıttığı aydınlık, yüzümüzün asılmasını önledi diyebilirim…
Rüzgâr ve güneşin bu sevimli karşılamasıyla artık kar kar demek ne denli doğru olurdu bilemiyorum…
Bununla “yetinmesini” bilmeliydik.
Doğrusu öyle de yaptık…
Kayın ormanları içerisinde yürüyüşümüze başladığımızda, kayınlar, üzerlerinde ne var ne yoksa hepsini çıkarmışlardı.
Baharın sonunda olduğumuzu bizlere tam olarak anımsatıyorlardı…
Yerlerdeki bir karış yüksekliğindeki sararmış hatta humuslaşmaya başlamış yaprakların kokusu beni bir an; arazide kurulu büyük hastane çadırlarının içindeki iyodoform kokusunu ve siyahın griye hatta kurşuni renge çaldığı günleri anımsattı…
Bir ses! Hemen önümde yürüyen… Hüseyin Beyin kendisi kadar naif sesi, geride kalanları uyarıyordu…
Beynim sağ lobun etkisinden kurtulmuş, sol lobun hâkimiyeti altına girmişti…
Bu kez bayır aşağı inmeye başladık… Ceylanlar gibiyiz… Orman bu kez ruhumu rahatlatan sandal ağacı kokuyordu…
Ta ki ormandan çıkıncaya kadar…
Kayın Ormanlarından çıktıktan sonra, iki derenin birbirlerini “v” şeklinde kestiği yemyeşil bir merayla karşılaştık: Etrafımızdaki yükseltilerde, yaprağını dökmüş kayın ağaçlarının yalnızlığını, yemyeşil yapraklarıyla dimdik ayakta duran köknar ve sarıçam ağaçları gideriyordu…
Bu güzel dere kenarında mola verileceğini duyduğumda oldukça sevindik…
Mola Keyfine doyum olmadı diyebilirim… Gülay da bol bol fotoğraf çekti.
Bitmesini istemediğimiz moladan sonra tekrar yola düştük. Bayırları tekrar tırmanıyoruz, yemyeşil yaylaları geçiyor, bazılarında da fotoğraflar çektiriyoruz…
Kırk kişilik Ayakizleri grubuna bakıyorum. Kilometrelerce yürüyüş ve bir o kadar tepeler, bayırlar, yükseklikler aşıla gelmiş… Somurtan bir kişi dahi yok…
Acaba bizleri bu denli mutlu kılan ne idi…
Nedenleri birer birer saydığınızı duyar gibiyim!
Ben ise; Ünlü filozof Alain(Emile Charter,1868–1951)’in daha o yıllarda bu konuda yaptığı araştırmasından bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istedim.
“Alain, hastanelerin birindeki hasta bir kızın yaşamını, gerek hastane içinde gerekse dışında inceler ve şu sonuca ulaşır:
“Mutlu olmak için dağlara tırmanmak gerek”
Çünkü mutluluk kanın zenginliğinden, mutsuzluk da kanın yoksulluğundan kaynaklanmaktadır.
Bilindiği gibi, kan yuvarların görevleri; yaşam kaynağı olan oksijeni akciğerlerden alarak vücudun en ücra köşelerinde ki dokulara götürmektir.
Kan yuvarları üreten fabrika da iliklerimiz.
En çok oksijenin olduğu yerler, deniz seviyesi gibi alçak yerler, en az oksijen olan yerler ise “dağlar” rakım yükseldikçe daha da azalıyor…
İşte iliklerimiz; oksijenin azaldığı zamanlar daha çok çalışmaya başlıyor… Daha bol kan yuvarı üretiyor…
Şöyle ki gerekli oksijeni alabilmek için deniz yüzeyinde, kanın bir milimetre küpüne dört buçuk milyon kan yuvar yeterken, dağlarda sekiz milyon kan yuvar az gelmektedir…
İşte Alain’in hesabına göre “mutlu olmak için dağlara tırmanmamız gerekmekte…
Biraz bilimsel oldu, ama okuduğum bu değerlendirme çok hoşuma gitti, onu siz okuyanlarla paylaşmak istedim…
Tepenin üzerindeyiz, önümüzdeki panaromik manzara öylesine muhteşem ki tüm Kapı orman dağ bloku önümüzde Hüseyin Bey koluyla her bir yükselti ve çöküntüyü gösteriyor. Kimiyle tanışmış kimiyle de henüz tanışmamışız…
Buradan öylesine sular seller gibi akmışız ki köye varmadan yolda karanlıkla karşılaştık.
Tepe lambaları yakıldı, bereket çiseleyen yağmur çok fazla ıslatmadan Melekçeoruç köyünün Seferler mahallesine vardık.
Burada bir köy evinde dinlendik. Ev sahiplerinin misafirperverliği öylesine doğal ve içtendi ki.
Ya! Evin canı tez annesi, yemeklerin yapılmasındaki yardımı ve koşuşturmasındaki içtenlik asla yadsınamaz…
Hüseyin Bey ile Selim Beyin o kadar yorgunluğa rağmen hazırlamış oldukları yemekler yer sofrasında yendi… Kuzinede yanan odunun ısısından mahmurlaşanlar, yemek yemeyi bile unutmuştu…
Ancak belirtmeden geçemeyeceğim, içimizde yürüyen doktorların köylüler ile yakından ilgilenmeleri, onları muayene edip, dertlerine ortak olmaları çok güzel bir duygu… Ayakizlerine de bu yakışıyor… Hüseyin Beyin yapmış olduğu yardımlar ise zaten özellikle köy çocukları tarafından çok iyi biliniyor…
Ve tekrar dönüş yollarında idik…
İstanbul’a vardığımızda saatler 2200’yi gösteriyordu…