16 Kasım 2007
BENİ ARIYORUM
Emeklilik denen yeni yaşam sürecine…
Geçmişin gelecek günleri etkisi altına alma gayretkeşlikleri…
Ruhumun bocalamasına, bedenimin sendelemesinin eşlik etme halleri…
Bulanıklığın kısa zamanda durulması…
Yeni düşünce ve felsefemin oluşturulmasını anlamlı kılan…
Onun duru elleri…
Ve yönlendirmeleri…
Omzumda ki… Sevgili eşimin elleri…
İşte bu yoğun düşünceler sarmalında içimin sesini “Beni Arıyorum” şiirimde dillendirdim…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
BENİ ARIYORUM
Bugüne kadar hep sen ne kadar başarılısın, yeteneklisin zaman zaman da başarısızsın dediler.
Bugün ben, senin düşündüğünü değil kendimin kendim hakkında ne düşündüğünü bilmek istiyorum.
Bugün hiç olmazsa yıllardır hapsettiğim merakımı salıvermek istiyorum, beni bulmak için.
Ben, beni bulmak ve tanımak istiyorum.
Ben; özgür, boyun eğmez, coşkulu ruhların dansı ile kendini arayan, beni bulmak ve tanımak istiyorum.
Ben, benim içimde; paylaşma, yardımlaşma, uyumluluk, hoşgörü, kendi iradesi ile hareket eden, beni arıyorum.
Ben, beni yöneten prensipler ve kurallarla yaşamı kendi çıkarları için yöneten benlerden uzak durmak istiyorum.
Ben, bencilliğin ötesinde yürek burkulması, hüzün ve kederle kızgın olmayan, insanı dondurmayan benler istiyorum.
Ben; beni bulutların üzerinde yürütecek sakinlik ve erdemlilik ve bu benlere, doğa, felsefe ve sanatla erişim sağlayacak farkındalıkların dinç ve dingin benlerini arıyorum.
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
13 Kasım 2007
HERŞEY SENDE GİZLİ
İstanbul’da lodos almış başını gidiyor, her şey uçuşuyor, sonra bastıran sağanak yağmur altında biz Ayakizleri doğa tutkunları, Bilecik yollarında Osmaneli’ne doğru yol alıyoruz.
Akıllarımızda, Osmaneli’ndeki hava şartları Hüseyin Beyin düşündüğü gibi mi olacak sorusu var?
Rüzgâr; o denli sert esiyor ki Atilla kaptanın direksiyon hâkimiyeti güçlü olmasa, aracı diğer şeride savuracak, cama vuran yağmur taneleri, rüzgârın uçuşturduğu her ne var ise, beni alıp götürdü, Can Yücel’in “Her Şey Sende Gizli” şiirinin bazı bölümlerine...
..
…
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.…
İşte budur hayat!İşte budur yaşamak,
bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün.
…
…
Gözlerimin önüne geliverdi… Cenazesinin Datça limanından alınması ve de defin yerine götürülmesi…
Araç, bir daha savrulduğunda, Osmaneli Belediye Başkanlığı Binası önüne yanaştığımızı fark ettim.
Belediye Başkanı Selahattin Bey, araca gelerek hoş geldin dileklerini iletti, Remzi Bey; misafirperverliği, kibar tavırları ve konuşmasıyla bizlere yol boyunca eşlik etti, bizleri şaşırtan ve ilk defa tattığımız Osmaneli ürünü “ayva lokumunu” ikram etti, tadı cezeryeden çok farklı… Denenmesi gerekli… Osmaneli’nin içinden kenti; yürüyüşe başlayacağımız Balçıkhisar köyüne doğru geçiyoruz… İlçe buram buram Anadolu kokuyor… Daha önce gelmemiştim… Diğer araçta; 04Ocak2008 tarihinde TRT’de yayımlanacak “SAKARYA VADİSİNDE MOLA” belgeselini çeken Ankara televizyon yapımcıları bulunmakta… Belgeselde AYAKİZLERİNİN doğa yürüyüşüne de yer vereceklermiş…
Yürüyüşe başladığımızda, Lodosun şiddetli esişini hiç unutmayacağım… Tek düşündüğüm şey düzlükten vadi içine nasıl gidilir idi.
Düşündüğüm gibi de oldu kısa süre sonra bir gurup dere yamacından diğer grup ise başlangıçta yoldan ilerlemeye başladı,
iki saat boyunca bol adrenalinli yamaç inişi ve dere içinde ağaçlarının üzerinden atlayarak, bol terli bir yürüyüşten sonra bu kez tırmanmalı bir seri başladı. Zorluk derecesi oldukça yaman idi, ama erk yapıcı yürüyüş idi.Belenalan köyüne varışımız dört buçuk saati aldı, tepeyi aşınca Köy kırmızı kiremitleri kerpiç evleriyle çok güzel görünüyordu. Köyün mezarlığında dalgalanan bayraklarımızı fark edince köyün iki şehidi olduğunu anladım.
Köye vardığımızda TRT ekibi çekimine devam ediyordu. Merakla bekliyoruz, belgeseli… Köyün içine girdikçe, fakirlik ve ilgisizlik hemen kendini göstermeye başladı, yollar balçık çamur, köyün çeşmesinde çamur içinde su doldurmak için bekleyen köylüler… Helâ bakımsız. Dışı beni, içi de yaşayanları yakan bir köy… Muhtara çok iş düşüyor… Köylüler, bu şartlara rağmen insanlık dersi veriyor… Hizmet etmek, misafirperverliğini göstermek için didinip duruyordu…
Bu insanlar çok iyi şeylere layıklar… Kahvehanede Ayakizleri usulü yemekten sonra saat beşe doğru Dereyürük köyüne yürümeye başlandı.
Havanın kararmasıyla birlikte havlayan çoban köpekleri, köye dönen sürülerin aralarından geçerek yürümeye devam ettik.Başlangıçta ahmakıslatan yağmur, sonradan rüzgârla birlikte akıllı ıslatana dönüştü. Saat 1930 doğru köye varıldı. Ayakizlerinin kamp köyü olan bu köye ilk defa geliyorum, üzerimi değiştikten sonra baş ve sünizit ağrısına rağmen kahvehanede oturmaktan büyük bir keyif aldım.
Tertemiz, burada ki usul farklı içeri giren her köylü, sırayla içerde bulunanlarla tokalaşıp, hal hatır sorduktan sonra yerine oturuyor… Yüzler gülüyor, zorlamayla değil içten gelerek…Muhtar Tahsin Bey atmaca gibi… Biraz sonra sürpriz haberi yankılandı…
Köyde kına gecesi vardı, Ayakizleri de davetliydi… Kalktık gittik, yağmur çiselemekte, önce dev kazanlarda yapılan tavuklu patates, tarhana çorbası, nohutlu pilav yendi… Doğruyu söylemek gerekirse bir lokma tadına bakana dek yemeyi düşünmüyordum… Ama... Tabağımda bir lokma dahi kalmamıştı… Herkes de benim gibiydi… Sıra, yağmur nedeniyle bir evin avlusundaki sundurma altında yapılan Zuhal ve Osman’ın Kına Gecesine gelmişti. Gelin; geleneklerine göre kına gecesinde kaftan giyermiş ancak Ayakizleri görsün diye gelinlik giymiş. Ayakizlerinin katılımı ile kına gecesi; oyun havalarıyla birlikte düğüne dönüştü… Birlikte oynandı, fotoğraflar çekildi, genç çift adaylarına mutluluk dileklerimizi ileterek ayrıldık…
İçimden, Gelin ve Damadın yüzündeki masum ve saflığın uzun yıllar böyle kalmasını geçirdim.
Sevgili Zuhal ve Osman’a nice mutluluk dolu yıllar geçirmesi dileğiyle…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
8 Kasım 2007
GÖK AĞILLARI SEYRETMENİN DOYULMAZ KEYFİ
Acelle Yaylasının Düşündürdükleri
02Kasım2007 saat 2400’de yola çıktığımızda yürüyüşe başlayacağımız Hanyatak köyüne 03kasım2007’de gün ağarınca varırız diye düşünmüştük.
Oysa İstanbul trafiğinin hiç beklemediğimiz tenhalığına Tem Oto yolunun ki de eklenince, 0430’da yürüyüşe başlayacağımız noktaya vardık.
Kimimiz uyuyor, kimi uyanmak üzere, kimi de benim gibi hiç uyumamış durumda.
Araçtan inince hemen sırt çantalarımızı kuşandık, sağ yanımdan 845 metre aşağımızda karanlıktan seçebildiğim Mudurnu çayı vadisinde ki yerleşim yerlerinin tek tük ışıltılarını gördüm.
Tepe lambalarımızın aydınlattığı patikalardan yürüyüşe başladığımızda varacağımız birinci nokta Acelle yaylası idi. Rampalar birbiri ardına aşılıyor, rakım yükseldikçe parmaklarımın ucundan itibaren bir uyuşma hissettim, bu havanın soğuduğuna işaretti.
Bu kez Ayakizlerinin içinde, Zirve Dağcılığın deneyimli dağcıları da var, tempo normalin üstünde zaman zaman tempoyu düşürüyoruz… Tabii ki, Ayakizlerinin deneyimli dağcısı Sara hanımı ikna edebilirsek… Derken sis, pus görüşü oldukça etkilemeye başladı, ay ya var ya yok…
Yürüyüş öncesi iliklerime kadar ıslanabilirim diye düşünmüştüm… Fakat esen rüzgârı düşünmemiştim. Rakım 1235 metreye yükseldiğinde sulu sepkene benzer bir yağış bizi oldukça hayrete düşürdü…
Boşuna kararsız “Kasım” dememişler, ne sonbahara benziyor ne de kışa tam ikisinin ortasında…
Bu yağışlar, önümüzdeki haftanın kötü hava koşullarının habercisi idi.
Rüzgâr ta ki Acelle yaylasına varıncaya kadar devam etti. Yaylaya hâkim bir noktadan ilerliyoruz, pus ve sisten ağaçları bile görmemiz mümkün değil.
Karanlık egemenliğini sürdürüyor etrafımız, tepelerle çevrili güneşi zamanında görmemiz mümkün olamayacak… Önümdeki tavşan elması kayın ağacının kızıl ile sarıya çalan rengine ayrı bir hava veriyor…
Bir ara karanlık aralanı veriyor… Acelle Yaylası, tüm gizemli görünümü ile karşımızda, Karadeniz yaylalarını aratmıyor… Yayla ıssız, sakin, yaylacılardan bir haber yok, derken mola verdiğimiz yerin tam önündeki evden dumanlar tütmeye başladı, pencereden iki delikanlı bakıyor… Şaşkın, bir o kadar da meraklı… Onların bizim hakkımızda düşündüğünü inanın bende düşündüm…
Bunların; bu havada, burada, ne işleri var?
Onların düşüncesini sormadım…
Ama bizim düşündüklerimiz!
Yaptıklarımızdan belli…
Gece sona erdi, uykusuzluk tebessüme engel değil, somurtan bir yüz göremiyorum…
Sabah kahvaltısını, kırağı çalmış çayırların üzerinde yapıyoruz… Bir yandan ateş yakmakla meşgulüz…
Gözler; çevrede farklı neler yakalayabilirim ve kaydedebilirimin peşinde…
Doğa ananın fırçasıyla; ünlü ressamların fırça darbeleri gibi gökyüzüne her bir darbesi, tabloyu dayanılmaz güzelliklere boğuyor, devamlı değiştiriyor… Bu değişim ve güzellik karşısında şaşkınlığı gizlemek olamaz!
Ya yağmur bulutlarının; aceleciliği, koşuştururken pervasızlığı, koşul tanımazlığına ne demeli, arkasında koşturan da yok, ama kim bilir nereleri ıslatmanın gayretkeşliği içindedir?
Ya! Küme küme olmuş gök ağıllara ne demeli, içinde koşuşturan kuzular… Gök ağıllarının arasından sıyrılmaya çalışan sarışın kızın güler yüzünü görür gibiyim… Yok, yüzü değil saçları imiş… Tepelerin ardından ancak sarı uzun saçları uçuşuyor…
Birol’un getirdiği tahin pekmez, Hüseyin Beyin kahvaltı menüsüne renk kattı… Selim beyin her zaman olduğu gibi yardımseverliği; Zirve Dağcılık üyelerinin ortama daha iyi uyum sağlamasına yardımcı oldu…
Kahvaltı sonlanıp yürüyüşe tekrar başlıyorduk ki… Bizlere “yolunuz açık olsun” dileklerini ileten, bulutları iki eliyle aralamış sarı kızı gördüm… Söz dinlemez kara bulutlara sözünü geçirmiş gibiydi…
Ormanlık alana girinceye kadar, sarı kızın parıltılarının etkileşimini; Kayın, köknar ağaçlarının yaprakları üzerindeki kızıldan başlayan açık sarı renge kadar tüm renklerin ayırdına varabiliyorduk…
İşte biz, doğanın tüm hallerine anlamlar yükleyen, doğa tutkunları: “Ünlü düşünür, Bertran Russel’ın belirttiği gibi; içimizdeki rekabet hastalığının giderilmesi, her çeşit yorgunlukların ilacı olarak, doğanın bağrında olmayı kendimize yaşama felsefesi ve zihin disiplini haline getirmenin mutluluğunu yaşayanlardanız.”
Saatlerdir orman içinde yürüyoruz, ayağımız altında uçuşan yapraklar, çeşit çeşit mantarlar, aşağımızda dere ve Hüseyin Beyin bonusu müjdeleyen sesi: “Arkadaşlar, yürüyüşümüz iki saat daha arttı, planımızda olmayan Sultan pınar yaylasına gidiyoruz… Oradan Kaşıkçı Şeyhler Köyüne…Dereyi geçtikten sonra Sultan pınar yaylası görünmeye başladı, üzücüdür ki buraya da tuğla ve beton girmiş…
Bir türlü Sultan pınar da su içerken resim çektirememiştim, bu isteğimi gerçekleştirdim…
Uçsuz bucaksız çayırlıklar yağmurlarla kendini toparlamış… Karşımızda bir kamyonet, bizim basmaya kıyamadığımız çayırlıklar üzerinde dolaşıp duruyor:Ne yapıyor bu vatandaş biliyor musunuz? Araçla çayırlık mantarı topluyor… Bu ne hovardalık diye Hüseyin Beyle konuşuyoruz…
Tepeyi tırmandıktan sonra mola verdik ve yerlere serildik diyebilirim… Mola sonrası tepeden Göynük vadisini seyrettik, tepelik alandaki ağaçlar da sarının tüm tonlarını izleyebildik. Artık tepeden aşağı inmeye başlamıştık… Yaklaşık iki saat sonra köpek havlamaları, horoz sesleri duyulmaya başladı, bacası tüten evler, çeşme başında su dolduran kadınlar Kaşıkçı Şeyhler Köyüne geldiğimizi işaret ediyordu… Hüseyin beyin Güven eriğinin tadına bakın seslenişi ile bir de Güven eriği ile tanışmış olduk…
Köyde bir evin bahçesinde Atilla Kaptanın köylü kadınlara yaptırdığı Tarhana çorbasını büyük bir keyifle içtik, sonra ızgara köfteler ve çay servisi:Bir gün önce sabahın karanlığında başlayan ve gündüz devam eden dokuz saatlik yaklaşık 25 kilometrelik yürüyüşümüzün üzerine ilaç gibi gelmişti… Yalnız çay servisi, köylü kadınları tarafından değil Rota doğa kulübünün değerli üyesi Eralp bey tarafından yapılmış idi…
Taraklı'ya uğradığınızda çöven otuyla yapılmış köpük helva almayı unutmayın...
Mehmet Yücebilgiç
2/3 kasım2007
5 Kasım 2007
SONBAHAR HÜZNÜ
(Eylül 2005)
Güneş başak burcuna girmiş: Sonbaharın hüznü, doğaya yansımaya başlamış.
Sararan yaprakların, hafif rüzgârın etkisiyle uçuşmalarına insan şaşırıveriyor: Düne kadar yemyeşil rengiyle, doğanın tüm enerjisini kendisinde toplayıp, canlıları kendisine imrendiren sanki bir başkasıydı.
Bu değişim, beni çocukluğumdan beri o denli hüzünlendirir ve öylesine düşüncelere yönlendirir ki.
Düşüncem; hüzünle birlikte hareketliliğin de başlamasında ki karşıtlıkta idi.
Sonbahar ile birlikte tatilcilerin tatili sona erer, eğitimden sosyal ve ekonomik yaşama kadar her alanda bir koşuşturmadır başlar.
Yaşamın tüm katmanlarında bir uyanış, bir gerinme vardır.
Neden yeni yılın başlangıcı, kış yerine sonbahar olmamış ki ?
Peki, insan yeni bir yaşam dilimi başlıyorsa neden hüzünlenir ?
Bu hüzün sanırım, yeni bir yaşamın sorumluluğunu kaldıramama hüznü de olsa gerek.
Biraz da çocuklukla yetişkinlik arasında duygu yumağına fazlaca dolanmaktan olsa gerek.
Yeni sevinçlere, muştulara hazırlık olsun diyedir, bu hüzün.
Ayakizleri'nin Sevgili Başkanı Hüseyin ŞİŞMAN; beni yıllar öncesine alıp götüren böylesine muhteşem güzellikleri yaşattığınız için öylesine mut doluyum ki...Ancak doğanın ayrıcalığını daha iyi ortaya koyabilmek adına bu güzellikleri; Sevgili eşimin çekeceği fotograflarında da görmek istiyorum...Bu bölgeye düzenleyeceğiniz bir sonraki etkinliğe kadar dizindeki problem de ortadan kalkacaktır...Tekrar teşekkürler naifliğiniz için...
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
17 Ekim 2007
TÜRKUAZI FETHİYE'DE YAKALAMAK
Sonbaharın ekin renkli oğlu Ekim’de; Hüseyin Beyin Başkanlığındaki, Ayakizleri Doğa Etkinlikleri Grubuyla, İstanbul’dan Fethiye’ye yolculuğumuz esnasında doğa tutkunlarının usunda neler… Vardı… Neler! Bu düşünceleri söze ve haftalar önce Kemal Bey gibi yazıya döken de vardı, benim gibi rüyasını sadece eşiyle paylaşanların sayısı da sanırım az değildi.Ya! Doğa tutkunlarının yanlarında normal tatil anlayışıyla getirdikleri misafirlerin uslarında uçuşanlar neler idi? Uslarda neler mi? Uçuşuyordu! İsterseniz öncelikle olağan tatil düşüncesindekilerin; (bir zamanlar benim de uyguladığım ve tutsağı olduğum gibi) usunda kilerini anlatmaya başlayayım: 3015 metre yüksekliğindeki Ak dağlarının eteklerindeki; Tlos Antik kenti yakınlarındaki Yaka köyünde, yeşillikler içindeki motelde gün ışığı ile uyanmak, sabahın hafif iç ürperten Ekim’in serinliğini içinde ve tüm bedeninde hissetmek varken… Saat onbir, on ikiye doğru gerinerek, gözleri şişmiş bir halde uyanmak, açık büfedeki kahvaltılıklarla yapılan kahvaltı sonrası kahve ve sigara keyfiyle güne başlamak. Havuz başında ürpererek yüzeyim mi? Yoksa mahmurlaşan bedeni şezlonglar üstünde biraz dinlendireyim mi?
Düşünceler ikircikliğinde bir süre ne yapacağına karar veremeden, güneşin de etkisiyle şekerlemeye dalmak, mide gurultularıyla uyanmak, öğleden sonra brunch türü bir yemek faslı ile biraz daha uyku… Sonra biraz güneşin sıcağından, rüzgârın soğuğundan, dere tepenin bedeni incitmeyecek ören yerlerini dolaşmak, ince belli kadehlerle içilen içki akşam yemeği ve uyku… Ya! Sıra dışı tatil anlayışı içinde olup da Likya yolu yürüyüşü, Yamaç paraşütü ve tekne gezisi yapmak isteyen Doğa tutkunlarının uslarındakiler: Bunların da ortak düşünceleri, doğanın ritmine ayak uydurma olmakla birlikte; adını Türk’ten alan yeşilin maviye çaldığı türkuaz renkli Fethiye’ye kuşbakışı bakan 1969 metrelik Baba Dağından yamaç paraşütü ile atlayış yapmak. O inanılması güç türkuaz renginin içine dalmak, kana kana içmek, her bir zerresini bedenin en ücra hücrelerine göndermek, diyaframın akciğerlere uyguladığı en az üç jiglik basıncı hissettiğinde,ne yapacağını bilmezliğini; bağırışlarıyla gizleme telaş ve şaşkınlığı içinde iken: Bu güzellikler içinde dans ederken, beni içimden vurmaya çalışan hain kim? Diye düşüncelere dalmak ve de hemen uyanmak, kendine gelmek… Kendini yamaç paraşütünün şefkatli kollarına zorla da olsa teslim ederek,atlayışı bir an önce de bitirme hissiyle karışık, gördüğü türkuaz cümbüşünü bir daha göremeyeceği endişesiyle aceleyle etrafı gözlemleme isteğinin çarpıştığı düşünce yumağı içinden sıyrılmak istemek… (atlayış;Buket Erdoğmuş)Korku, heyecan, keyif, sakinlik ve anlatılamayacak kişiye özgü düşünceler sarmalında yüzmek… Peki ya… En az dört bin yıllık patikalarda “Likya yolu yürüyüşüne” katılarak; 1969 metrelik Baba Dağlarının yamaçlarında çiseleyen yağmur altında yürüme coşkulu isteğinin, ortaya çıkacak gökkuşağının altından geçip de cinsiyetimi değiştiririm korkusuna dönüşmesini düşünüp; irkilerek, ben bu gökkuşağından nasıl kurtulurum diye adımları sıklaştırmak... Kelebekler vadisini tepeden görüp de bedenindeki tüm tüylerinin isyan ederek ayaklanmasını yaşamak. Kalbin bu isyana kendi ritminin dışında cevap vermesiyle daha da akıl almaz duygu ve düşüncelere kendini kaptırmak… Terleriyle ıpıslak olmuş giysilerle birlikte türkuazın bin bir hallerini yaşadığı, mavinin yeşil, yeşilin mavi olduğu: Kıyı hattı tamamen çam ağaçlarıyla bezenmiş 1478 metre yüksekliğindeki Elmacık Dağının adeta kollarıyla sarmaladığı Kabak Koyunun sularına bırakma… O iyotla, balık yumurtalarının kokularının karıştığı, zaman zaman da esen rüzgârın getirdiği kekik ve Bozlağan çalısı kokularını içine çekmeyi, hissedilmemiş hisleri, denenmemiş “asana”ları keşfetmeyi deney imlemeyi düşünmek… Sizi usunuzda Elmacık dağının zirvesinde “nirvana”ya çıkartacak, duygu yoğunluğunu yaşamak… Kabak koyundan Elmacık Dağı yamaçlarında ki antik patikalardan yukarı doğru çıkarken zaman zaman size mola ver! Bana bak! Diyen batmaya yüz tutmuş güneş ve sanki onun tınılarını bir Balalayka gibi tellerinde titreştiren Kabak koyunun kıpra şan denizi. Size çok yoruldunuz biraz da bizim çardaklarda dinlenin diyen köylüler, getirdikleri ayranı yudumlarken, deniz kanatlarınızın altında… Dalıp gidersiniz tamamı 509 kilometre olan Likya yolunun yürüyemediğiniz parkurlarını yürümek için içinizde ki ateş tutuşmaya başlar….Orada ön kararı verirsiniz… 2008 yılında Fethiye-Ovacık, Phellos-Kaş arasındaki 187 kilometrelik yolu yürümeye… Geri kalanların uslarında ise; Ölü denizde tekne gezisi yaparak,Kelebekler vadisini ve kumsalını, adalardaki antik kalıntıları görüp, türkuaz renkli denizinde yüzmek idi…Ayak izleriyle yaptığımız bu gezide esas vurgulamak istediğim şey; yıllardır değiştiremediğimiz “eskimiş köhnemiş alışkanlıkların” nasıl değiştirildiği idi… Alışkanlıklar deyince aklıma ünlü şair” Pablo Neruda”nın bir şiiri geldi............ “Yavaş yavaş ölürler Seyahat etmeyenler, Yavaş yavaş ölürler okumayanlar, Müzik dinlemeyenler, Vicdanlarında hoş görmeyi barındıramayanlar. ............ Yavaş yavaş ölürler Alışkanlıklarına esir olanlar, Her gün aynı yolları yürüyenler, Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler, Elbiselerinin rengini değistirme riskine bile girmeyenler, veya bir yabancı ile konuşmayanlar,” ............
Yıllarca şayet olanağımız olursa uyguladığımız tatil konseptimiz,özellikle benim; “uyku&yemek&biraz da hareket “sarmalında tembellik yapmak idi.İzmir’de başladığımız Doğa yürüyüşü etkinlikleriyle birlikte eski alışkanlıklarımızdan sıyrılma ve kendimizi doğanın ritmine ayak uydurma düşüncesine kaptırdık. Bu satırları okuma zahmetinde bulunan sevgili okurlar: Unutmayın ki siz de ben ve eşim gibi;
eskimiş, köhnemiş alışkanlıklarınızdan sıyrılmış veya bu düşünceye adım atmış görünüyorsunuz.... İnanırmısınız? Fethiye’ye adım attığımız ilk günden son güne kadar Fethiye’nin şehirleşmiş merkezine girmedik limanını da görmedik... Nasıl olsa şehir merkezi herzaman görülebilir...ve de yaşanabilir idi ...
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ EKİM2007