19 Ocak 2010

DÜŞÜNMENİN DOĞASI

DÜŞÜNMENİN DOĞASI…



Bu kez “düşünmenin doğasına dair “bir şeyler karalamak istedim…


Bilgisayarın tuşlarına basmaya başlarken de usumun bir yarısından: Öncelikle ilkokuldan beri öğretilen düşünce ve söylem şekli; Feylesofların “düşünce” üzerine düşünceleri ile Atatürk’le birlikte günümüzdeki yansımalarının; usumun diğer yarısına akmaya başladığını fark ettim…


İlkokul ve ortaokul sıralarında “okumanın” ne denli önemli olduğu öğretmenlerimiz tarafından anlatılırken… Bazı öğretmenlerimiz de (bunların sayıları bir veya iki idi) özellikle bizleri “Sen ne düşünüyorsun? Sorusu ile çok zorlayanlardı… Ve Kara tahta önüne kalktığımızda okuyup ezberlediğimiz sular seller gibi anlattıklarımızdan sonra takdir veya on numara beklerken…



- Peki evladım… Bu anlattıkların daha doğrusu ezberlediklerini yazar düşünmüş… “SEN NE DÜŞÜNÜYORSUN? … Sorusuyla karşılaştığımızda kıpkırmızı olur… Ne söyleyeceğini bilemez bir durumda kıvranıp dururduk…


Ailenin teşviki ile gitmiş olduğumuz camideki din (kur’an) kurslarında ise… Tek öğreti vardı Hocanın vermiş olduğu sureleri ezberlemek… Ezberlediklerinin dışına çıkmamak… Soru sormadan, yorum yapmadan “Ezberletilenleri” bülbül gibi şakımak…


Ve Feylesoflar… Aklıma ilk gelen feylesof FARABi (870-950) Türk-İslam düşünürü... Türklerin İslamiyeti kabul etikten yüzyıl sonra İslam disiplini içinde yetişmiş, Türk düşünürlerinin en büyüğü. Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturmuş.


Amacı, Aristoteles'i, biraz da Plotinos'un yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaktı... Bununla da yetinmemiş, İslam dinini de bilimle uzlaştırmaya çalışmıştır. Kısacası düşüncede “aklı” esas almış bir feylesoftu…


Sonra aklıma gelen feylesof… Schopenhauer oldu… O okumakla düşünmek arasında ters orantı kurar. Ne kadar çok okursak o kadar az düşünürüz. Çok okuyana “kitap filozofu” der ve okuma yerine ilhama dayalı düşünmeyi öne çıkarır…


Ayrıca Schopenhauer kendi felsefesinin karakterini taşıyan bir yaklaşım sergileyerek. Daha önce yazılmış kitaplara, demem o ki ortaya konulmuş düşüncelere dayanarak düşünmek sonuçsuz bir çabadır. Üstelik bu yanlıştır da. “Okumak insanın kendi kafası yerine başka birisinin kafasıyla düşünmesidir” der ve ekler… Hâlbuki gerçek anlamıyla düşünmek isteyen kişi, doğaya, dünyaya bakmalıdır, özgün bir düşünce ortaya koyabilmek için…


Diğer feylesof Heidegger ise; “kendimiz düşünüyorken düşünmenin ne demek olduğunu anlarız” der. Ve hemen ekler… “Bir düşüncenin peşinden gidemem. Ancak bir düşünceye açabilirim kendimi ve düşünce gelip benim aracılığımla kendisini açığa çıkarır”. Kısacası düşünce sahibinin; düşüneni yanlış yönlendirebilecek birikimlerini, düşünme sürecine etkin olarak katmamak ve etkisinde kalmamaktan bahseder…



Nietzsche ise; “ anın getirdiği ilhama dayalı düşünme sistemini” benimser… Ve şöyle yapar
“ önce söylemler infilak ettirilmeli ki gizli, üstü örtülen hakikat sızsın söylemin kalıntıları arasından””. “”Söylem”” Dünya ise eğer, “”Söz”” Dünyanın yarıldığı yerdir; o yerdedir…


Usum durmuyor… Sırada Atatürk var ve onun düşünce sisteminin temel taşlarını oluşturmasında ki yardımcılar olarak algıladığım “özümseyerek ve aklı önde tutarak” okumuş olduğu 3997 Kitap aklıma geliyor… Atatürk’ün okuduğu kitapların özetlerini tam 24 cilt üç senede okuyabildim… Sadece “o Neleri, Hangi konuları Okumuşu ve Yöntemini merak ettiğim için… Okumuştum… Okuduğu kitapların yanlarına çoğunlukla kırmızı kalemle almış olduğu düşüncelerini yansıtan notları Anıt Kabir’de müzede de görebilirsiniz…



Sonuç olarak; Çağdaş Düşünce sisteminde; ezberden uzak, düşünenin esiri olmadan ya da ön şartlar, varsayımlar koymadan düşüncenin tanımlanması, doğurulması ve ortaya çıkartılmasının esas olduğu ortaya çıkmaktadır…


Önemli ve gizemli olan nokta sanırım… Tanımlanmamış düşünce kırıntılarının ne olacağıdır…


Artık yazımın sonuna geldim diye düşünürken… Can YÜCEL’İN (bana göre feylesof)aşağıdaki şiirinin şu son mısrası aklıma geldi… Ben son satırını şöyle yazmak istiyorum… HERŞEYİ ÖĞRENDİĞİN KADAR BİLİRSİN… VE DÜŞÜNÜRSÜN…


“”…Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın

Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.

Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın

Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin

İşte budur hayat!

İşte budur yaşamak!


Bunu hatırladığın kadar yaşarsın.

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün,

Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun.


Çiçek sulandığı kadar güzeldir,

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,

Bebek ağladığı kadar bebektir.




Ve HERŞEYİ ÖĞRENDİĞİN KADAR BİLİRSİN bunu da öğren... Sevdiğin kadar sevilirsin…


Mehmet YÜCEBİLGİÇ
İSTANBUL-2010


HARK KÖYÜ-KILIÇKAYA ZİRVE-BELPINAR KÖYÜ TRANS GÜNDÜZDEN GECEYE

24 Aralık 2009

2010 YILINA GİRERKEN...TÜRKLERDE HAYAT AĞACI

TÜRK’LERDE ÇAM AĞACI SÜSLEMESİ…

Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın anlatımıyla;

Yüzyıllardır Hıristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı “Noel Bayramı”nın -çok eskiden- Türklerin yeniden doğuş bayramı olduğuna inanabilir misiniz? Nereden nereye,
inanılacak gibi değil, değil mi? Ben de ne yazık ki yeni öğrendim!..


Bu senenin galiba ilk başlarında idi, Adnan Atabek imzalı bir e-mail aldım ve çok ilginçtir ki Hıristiyanların “Noel Bayramı”nın tamamıyla Türklerden alınmış olduğunu gösteriyordu bu mail... Fakat üzerinde durmaya vaktim olmadı; bir de “Noel” zamanına doğru ele almayı düşünmüştüm.
Bu arada, Türk devletlerinden başka birilerine aynı konuyu bilip bilmediklerini sordum.
Bana İran’ın Azerbaycan bölgesinden (İsmail beyden) yanıt geldi ve İsmail beyin verdiği yanıt tam aynı olmasa da “Noel”e çok uyduğunu gördüm.

Olay şöyle: Türklerin tek tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir “Akçam Ağacı” bulunuyor. Bunun tepesi, gökyüzünde oturan tanrı Ülgen’in sarayına kadar uzuyor ve buna “Hayat Ağacı” diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde buluruz.


Ülgen, insanların koruyucusu; sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi-gündüzü, güneşi yönetiyor.


Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre, gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün gece’yi yenerek zafer kazanıyor. Bu durum güneşin yeniden doğuşu, bir “Yeni Doğum” olarak algılanıyor Türklerde...

Bayramın adı “Nardugan” (nar: güneş; tugan, dugan: doğan = Doğan Güneş). Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor.


İşte bu güneş’in zaferini ve yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle “Akçam Ağacı” altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi, diye Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları tanrıya gitsin, diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar tanrıdan... (İnanca göre, bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş.)

ORTA ASYA KALBAKTAŞ'TAKİ KAYA ÜZERİNDE TÜRKLER TARAFINDAN ÇİZİLEN AK ÇAM GÖRÜLMEKTEDİR...

Bu bayram için evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor; aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiliyor. Yedikleri yaş ve kuru meyveler, özel bir yemek ve bir tür şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.



Yazılana göre, “Akçam Ağacı” yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden, bu olay Türklerden Hıristiyanlara geçmiştir; Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra Avrupalılar onlardan görerek almışlardır, deniyor. İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok; doğum, güneşin yeniden doğuşu!
Meydan Larousse’ta, İsa evrenin nuru olarak algılanıyor ve bu olayın pagan halklardan alınıp İsa’ya yakıştırıldığı yazılıyor.


İnternet’te yazıldığına göre, imparator Konstantin (272-337) zamanında İznik’te toplanan Konsil’de, 22 Aralık’ta güneşin doğumu için yapılan bu pagan bayramı İsa’nın doğumu olarak 24 Aralık’a alınıyor ve artık “Noel Bayramı” olarak anılıyor. (Batı kilisesinde [yani Katoliklerde] 25 Aralık’ta kutlanıyormuş.) Çam süsleme ise ilk 1605’te Almanya’da görülüyor ve oradan Fransa’ya geçiyor.


Ne kadar ilginç değil mi? Batı, en büyük bayramını göçebe, ilkel olarak tanımladığı Türklerden yürütmüş! Yeni yapılmakta olan çalışmalarla Batı’ya Türklerden kim bilir daha nelerin geçtiği ortaya çıkacak; belki de yazının ve dillerin anasının Türkler olduğu kanıtlanacak...
Bir de yine Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın anlattıklarından öğrendiğime göre;
Bu yüzyıla kadar… Göçebe olarak bildiğimiz… Türkler… Orta Asya’da yapılan kazılar sonucunda yerleşik bile olabileceği… Görünüyormuş…
2010 HAYAT AĞACINIZIN GÜÇLÜ OLMASI DİLEĞİYLE…

22 ARALIK 2009
EK BİLGİ…

TÜRKLERİN ŞAMAN İNANÇLARINDAN KISACA BİLGİ VERMEK İSTEDİM….ÖZELLİKLE DOĞA TUTKUNLARININ DOĞAYLABAŞBAŞA OLDUKLARINDA HİSSETTİKLERİNİN NE KADAR UZUN YILLAR ÖNCESİNDEKİ DÜŞÜNCE VE FELSEFE İLE ÖRTÜŞMESİ İLGİNÇ OLSA GEREK…..






Bütün dinlerin çıkış kaynağı olarak kabul edilen Şamanizm‘in kökenleri İÖ 50 binli yıllara kadar dayanır. Doğaya hükmeden (yağmur, kar, güneş, fırtına, rüzgâr) güçlere tapınmayı temel alan bir inanç şeklidir. Bu inanç biçimi Türklerin de ilk dini olarak karşımıza çıkar.




Şamanizm inanışı Budizm, Hıristiyanlık, Lamaizm, İslamiyet. vb. dinleri içerisinde bile kendine özgü formlarını bu dinlerle kaynaştırarak varlığını sürdürdüğü: Birçok dinde bulunan dinsel geleneklerin temelinin çıkış noktası aslında Şamanizm olduğu dile getirilmektedir.


Şamanist inanca göre; dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılır.
Altay Türklerine göre "Aydınlık Âlemi", yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tanrı Ülgen'le ona bağlı iyi ruhları temsil eder. Yeryüzünü, yani "Orta Dünya’yı insanlar oluşturur. Yer altı dünyası olan "Aşağıdaki Dünya"yı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhlar oluşturur.

On İki Şaman
***"Kalbaktaş alanındaki en çarpıcı resimlerin bulunduğu kısım, bir sunak alanı. Burada 12 şaman resmi var. İlk bakışta anlaşılmıyor ama şaman tören kıyafeti içinde ve ellerini gökyüzüne açarak dua ediyor."***


"İyi ruhlarla ilişki kurup, iyilik yapan Şamanlara ak-Şaman, yeraltı ruhlarıyla konuşup, Erlik 'in hizmetinde olanlaraysa kara-Şaman denir.

Türklerin inandığı Şamanlığın temel felsefesi; insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır.
Evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler âlemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök, yaratma eylemini birlikte işbirliği halinde gerçekleştirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır.

***(Tuva, Aktoprak-Yazılıkaya köyünde, kaya resmi alanını tam karşıdan gören mezarlık alanındaki 'balbal' ya da 'taş baba' bugün adak adanan, dua edilen bir ziyaretgâhın odak noktası. Anadolu'dan Moğalistan'a uzanan coğrafyada, eski Türk toplulukları tarafından kült merkezlerinin çevresine ve kurganların üzerine balballar ya da taş babalar dikilirdi. Balballar, ölen kişinin hayattayken öldürdüğü düşmanlarını simgelerdi. Balballara göre, çok daha özenli ve gerçekçi bir biçimde işlenen taş babaların ise ölen kişiye ait olduğu kabul ediliyor.) ***

Müslüman olan Oğuzlar, Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre Şaman geleneklerini korumuşlardı. Matem töreninde ölünün bindiği atin kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı kutlu saymak gibi gelenekler bunlardandır. Ayrıca uzun ömürlü olması, daha önce ölen çocuklar gibi ölmemesi için çocuklara Yasar, Durmuş, Duran, Satılmış, Satı gibi isimlerin konması, türbelere adak adanması, dilek ağaçlarına çaput (bez parçası) bağlanması gibi adetler bu kapsamda değerlendirilir.

Bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Hakas ya 'da Şamanizm hâlâ canlı tutuluyor. Hala bir milyona yakın Şamanizm’e inanan halkın bulunduğu şaşırtıcı değildir…

MEHMET YÜCEBİLGİÇ

ARALIK 2009

İSTANBUL

15 Aralık 2009

SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YAKALAMAK

SONBAHARDA GEMLİK-YALOVA-KURTKÖY MUŞMULA PARKURU YÜRÜYÜŞÜ

SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YAKALAMAK


Her yıl Sonbaharı, doğanın bağrında dostlarla birlikte olmak için öylesine özlemle bekleriz ki… İşte düşlediğim Sonbaharı yakalayabilmek için Ayakizleri doğa yürüyüş tutkunları ile Gemlik yollarındayız… Eski hisar’dan Yalova Topçular’a vapurla geçişimiz bir başka güzeldi… Vapurda, martıların çığırışlarına onlara attığımız simitlerle eşlik ederken…

Yanımıza yanaşan pek de cana yakın iki yabancı bayanla; giymiş olduğum montun renk benzerliği nedeniyle, yolculuk boyunca “kanka” olduk diyebilirim… Japon sandık ama Singapurlu imişler…
Türk olarak tanışma biçimine “nerelisin hemşerimle” başladığımız için… Mont renklerinin benzerliğinin tanışmaya fırsat vermesini ilk kez deneyimledim diyebilirim…


Yolculuk Gemlik’te küçük bir dinlenme molası ile kesilirken …Aracımız Samanlı dağlarının bayırlarını zorlana zorlana çıkarken bizlere günaydın diyen “koca yemişlerle karşılaştık….Hurra….İki araçta çalılıklar arasında kaybolmuştu…Bu yıl kocayemişler çok bol….Aman fazla yemeyin…Çünkü ishal olursunuz…Dense de pek aldırış eden de olmadı…



Koca yemiş molası sonrasında bu kez yürüyüşe başlangıç için inildi… Yağmur beklentisine karşın tozluklar kuşanıldı… Belirli bir süre bayır yukarı çıkış zorlasa da ilk yirmi dakikalar hep böyle oluyordu…


İçindeki… Çocuk rahat durmuyor…
Sonbaharı arıyordu…
Sevdiğim yanımda, yavaş yavaş yürüyüş kolunun gerisinde kalarak…
Doğaylabaşbaşa’lığı yudumlamayı sonbaharın tüm renklerini sırtındaki giyside taşıyan…
Yer yer de artık giydiği giysiden sıkılıp çıplaklığı tercih edercesine üzerindeki yapraklardan kurtulmayı tercih eden doğanın sessizliğini içselleştirmenin zamanını kolluyorduk…

Az ilerde ormanlık alan Sonbahar işaretini vermeye başlamıştı…
Vadi tabanına indikçe her iki yanımızdaki ormanlık, vadi dışındaki ağaçlıklara nazaran
yapraklarından henüz sıkılmamışlardı…
Ege’nin Meltemi andıran esinti…
Doğanın gerçek sesini kulaklarımıza fısıldamaya başlamıştı…


Ses ve sessizlikten bahsedince aklıma Kızımdan aldığım Vural Yıldırım ve Tarkan Koç tarafından kaleme alınan özellikle “felsefe okurlarına tavsiye edeceğim” MÜZİK FELSEFESİNE GİRİŞ” isimli kitaptan, bir alıntıyla düşüncelerimi sıralamak istiyorum…


“Ses; görüngü olarak doğanın içinden kendi nesnel dayanağını hazırlar… Sesi çıplak olarak bulamazsınız o her zaman kendini saklar; bir taşın arkasına, bir damlanın kütlesine ya da rüzgârla dalları savrulan bir ağacın gövdesinde… Ortaya çıkar.”

Sessizlik; varlığı dinlemek ve aynı zamanda varlıktan haberdar olmaktır. Varlığı dinlemek; onun görünüşlerindeki gelip geçiciliği değil ama onun hep öyle olduğu, olacağı ve onun apaçık gerçekliğini hissedebilme yetisidir.

Sessizlik; varlığın kesinliğinin ve bilincinin ilk anıdır. Çünkü duyularımızın bilincine sessizlikte varırız… Sessizlik, varlığın kendini duyurma biçimidir…
Sessizlik, varlığın; müziği, varlığın özgür alanıdır. Sessizlikle kendimize yönelir, evren ile bütünleşiriz…



Sessizlik aslında insanın kendi varoluşunun sınırıdır, diğer var olanlarla arasındaki sınır ve o dış dünya arasındaki sınır. Kısacası bir köprü… İletişim köprüsü… İletişim bağı veya dilidir…
Doğadan kopan ses insan usu ile insanı da doğadan soyutlar, eğemen ve bağımlı kılar. Doğa var olandaki sisi ses ile aralar… Bu şekillenmenin en belirgin formu sanattır. Sessizlik sese, ses ise söze dönüşür”

Bu düşüncelere ilave olarak benim de “doğanın sessizliğinden yakalamak istediğim şey veya beni götürdüğü yer”;
"duyu organlarımın etkisi olmadan doğanın bağrında” algıladıklarımın” beni nerelere götüreceği veya götürdüğü ve bana ne hissettirdikleri veya hissettirecekleridir"...




Gözlerimizle atomu ve atom altı dünyayı (varlıkları) göremediğimiz gibi evrendeki pek çok büyüklükleri de göremeyiz… Görememekteyiz… Duyumsadığımız kadar biliriz… Bilinen veya sunulan kadar bilmekteyiz…


O halde beş duyu ile duyumsamanın ötesinde; algılayabileceğimiz, algıladıklarımızı zihnimizde şekillendirebileceğimiz… Yer; doğanın bağrı ve sessizliğidir…

Esas olan hissettiklerimizin “o an” için dahi olsa bize yaşattığı “anlık deneyim” ve “anlık heyecanı ve Keşfi”dir.(*)

Karşımızda bir ağaç ancak öylesine albenili ki tüm grup o ağacın fotoğrafını çekiyor…
O ağaç daha önemseniyor… İşte o an ben ve Gülay da bu deneyimi yaşamak istiyoruz…






Yürüyüş temposu, buna benzer görünümleri yakalayabilir miyiz? Düşüncesi ile daha da artıyor…

Ve peşi peşine bu anları yakalamanın mutluluğunu ve ayrıcalığını yaşıyorduk…







Bir kırmızı mantar bizleri yalnız bırakmadı…






Arkalardan bir ses yankılanarak bize kadar geliyor…
 Hüseyin Bey…
Yol sapağında durmanızı istiyor…


Her yıl yol sapağından sonra belimize kadar öylesine çamurdu ki…
Şimdi ne zaman çamura gireceğiz düşüncesi hâkim idi…
Bu hâkim düşüncenin Sonbaharın naif düşüncesini ve keşfini kovmasına izin vermiyordum…

Bu sihirli, dinç ve dingin dünyayı; burnuma gelen köyün sobalarından çıkan meşe odunu kokusunu hissedinceye kadar devam etti… Köy içine girmeye başlamış… Elektrik direklerindeki aydınlatmalar artık bizleri aydınlatır olmuştu… Köy kahvesinde artık karın doyurma ve botlarımızdaki çamurlardan kurtulma düşüncesi… Hâkim olmaya başlamıştı…

Izgaralar yapıldı, giysilerimiz değiştirildi ve artık dönüş yolunda idik…

Bir daha ki yıl SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YUDUMLAYINCAYA kadar… Diğer ne gibi deneyimleri yaşayacağımızı şimdiden düşlemekteyim…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15 KASIM 2009
İSTANBUL
(*)Amacım ta insanlık tarihi ile başlayıp hala devam eden “ Varlık evreninin, düzenini çözümleme veya bunun nedenselliğini araştırma” olmadığını belirtmekle birlikte…
Varlığın; tarih boyunca filozoflar tarafından incelemelerinde ( ilk olarak inceleyen Hintliler olarak bilinmekte) temel bağıntılar hemen hemen birbirine benzer olduğudur.
Özellikle Felsefe düşkünlerinin de anımsayacağı gibi… Varlık Evreni: Materyalizm’de; insan zihninden bağımsız olarak bir madde dünyası, Orta çağ İslam ve Hıristiyan felsefelerinde (Türk düşünürlerinin de felsefelerinin veya önermelerinin İslam düşüncesine dayandığı bilindiği için ayrıca Türk olarak belirtmedim.)Tanrının yarattığı her şey, İdealizm felsefesinde ise… Her türlü varoluş insanın düşüncesindedir. Platondan itibaren biraz daha şekillenerek Schelling çizgisinden giden Hegel, “düşünce ile varlığın aynı şey” olduğunu ortaya koymuştur…