18 Aralık 2007

AYDEDE-SOĞUKDERE-SERVETİYE YÜRÜYÜŞÜ

ÖRÜMCEK, AĞININ DIŞINDAYDI...

“İçinde gizem barındırmayan bir hayat son derece yoksuldur…
Gizemsiz hayat, şiirden yoksun derinden yakalamaktan aciz bir hayattır…
Böyle bir hayatta, insan aynaya bakar ve dikkatle inceledikten sonra artık; kendine sorular soramaz.
Gizem; kişiye güvence değil kaygı verir ve bu huzursuzluk, soruların doğmasına ve kişinin yeni devinimlerine neden olur.”
Susanna Tamaro




Haberlerde, yağışların devam edeceği ve gittikçe de soğuyacağının sıkça duyurulması, bu hafta sonu yapılacak yürüyüşü daha da ilgi çekici kılıyordu.
Diğer neden ise, geçen hafta ki kar beklentimizin boşa çıkmasıydı.
Henüz yeni karı görmemiştik…
Yola düştüğümüzde hava soğuk ve kurşuni renkteydi…
Araçla, Yuvacık barajının yamaçlarından yukarı doğru tırmanmaya başladığımızda, daha yükseklerdeki tepelerin üzerine konmuş bulutları seyretmeye dalmıştık, daha da yükseklere çıktığımızda bulutlar yok olmuştu… Gökyüzü sadece gri rengine bürünmüştü…
Yerde ise 25–30 cm kar vardı. Yürüyüş öncesi hazırlık molası Servetiye konağında verildi.
Çaylar içildi, tozluklar bağlandı, kuşanma tamamlandı…
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra grup ikiye bölündü; uzun yürüyüş yapacak grupla yürüyüşe koyulduk, henüz ağaçların kucakları bomboş yağan kar sadece toprak üzerini battaniye gibi serilmiş.
Gökyüzü; sanki yabanıl bir geceden uyanamamış, hala gece duyduğu korku verici çığlıkların, uğultuların, haykırışların etkisi altında, aynı korkuların tekrarından çekinircesine rengi ancak kurşuniden griye dönüşüyor, biraz da saklanmak istercesine sis ve pusu artırıyor… Ya ince ince durmaksızın yağan çiğe ne dersiniz…
Görüş zaman zaman iki metreye düşüyor… Ayakizlerinin önde yürüyenleri ham karda iz açıyor, yorulanlar yer değiştiriyor… Belli ki bizden başka yürüyen olmamıştı…
Ancak güz boyunca nadiren duyduğumuz bülbül sesleri bizlerin yanağına tatlı bir buse gibi konu veriyor, özlemini çektiğimiz, bereketin muştusu çağlayan dereler öylesine gürül gürül akıyor ki sesleri kulaklarımızdan çıkmıyor…
Ne diyordu? Susanna Tamaro… Her sözcük bir tohumdur isimli denemesinde:
“İçinde gizem barındırmayan bir hayat son derece yoksuldur…
Gizemsiz hayat, şiirden yoksun derinden yakalamaktan aciz bir hayattır…
Böyle bir hayatta insan aynaya bakar ve dikkatle inceledikten sonra artık; kendine sorular soramaz.
Gizem; kişiye güvence değil kaygı verir ve bu huzursuzluk soruların doğmasına ve kişinin yeni devinimlerine neden olur.”
Bu keyif; ayakta verilen kısa molalarla pekiştirilmeye çalışıldı…
Artık somurtkan gökyüzünün etkisinde kalmak yok, bu gizemli ama gülümseyen ortamın tadını çıkarmak vardı…
Rakım düşmeye başladı, Aytepe’den aşağı doğru sanki akıyoruz. Bayırlardan aşağı karlar üzerinde koşarak inerken kendi mi daha keyifli hissediyorum.
Çocukluğumu hatırladım diyemem çünkü Adana’mda kar yoktu…
Beyaz örtü yavaş yavaş yerini çamura bırakmaya başladı rakım da 550 civarına inmişti… Çok yürümeden Soğukpınar’daki Veysel amcanın yerine varmıştık…
İçeri girdiğimizde Şöminede yakılan odunun kızıllığı ve bizden önce gelen Ayakizleri grubunun sıcaklığı karşıladı… Öylesine güzel bir atmosferdi ki sadece yaşamak gerekir…
Fedakâr Hüseyin Bey öylesine bir sofra hazırlamıştı ki: Mangalın başında Ayakizleri’nden arkadaşlar hamsi ızgara yapıyorlar, masada dev bir salata tepsisi, roka, Emektar Zarife’deki çorba sanki ikinci plana itilmiş gibiydi, Gülay’la onu kırmadık…
Limonlanmış helva da unutulmamıştı…
Balık sonrası ızgarada sucuk nefisti. Bu arada Veysel amcanın oğlu tepsi tepsi çay taşıyor…
Tabiî ki bu güzel ve samimi ortamı kare kare tespit edenlerin sayısı oldukça fazlaydı…
Mola sona erdi… Tekrar yollardayız, bu kez beyaz örtü yukarılarda kalmıştı, derin vadilerden yürüyoruz, dağlar, yamaçlar, dereler öylesine bir sis ve pus altında idi ki, ince ince yağan çiğ görünümü öylesine gizemli bir havaya bürünmüşlerdi ki,her an daha önce karşılaşmadığımız, kendisini açığa çıkartmamış bir şeyle karşılaşacağız hissi uyanmıştı içimde…
Hidayet Bey, Gülay ve ben yürüyüş grubunun sonunda avcı gibiyiz, incecik dallardaki su damlacıklarının görünümlerini çekmek için daha profesyonel bilgiye sahip olmak gerekiyor…
Derken öylesine bir güzellikle karşılaştım ki benden epeyce uzaklaşan Gülay ve Hidayet Beyi yanıma çağırdım… Hidayet Bey unutmadan söyleyeyim… Elindeki üç buçuk dört kilogram ağırlığındaki fotoğraf makinesi ve onun ayakları ile dağlar tepeleri yürümekten çekinmeyen bir doğa sever…
Gördüğüm ayrıcalıklı görünüm, doğa harikası…
“Bir çalının dallında örümcek ağı ve ağ üzerindeki su damlacıkları” idi. Bu görüntü beni öylesine etkilemişti ki peki ev sahibi neredeydi? Buldum… Buldum… On, onbeş santim ilerde dalın ucunda ve ÖRÜMCEK; AĞININ DIŞINDAYDI...
Bu görüntü uzman Hidayet Bey tarafından çekilmeliydi…(Kendisi uzmanlığı kabul etmiyor)
Gülay da çekti ama makine yeterli değil, ondan önce ben yeterli değilim, onun için de İfsak’taki fotoğraf çekme seminerlerine katılıyorum…
Merakla çekim sonuçlarını bekliyorum…
Yürüyüş ilerledikçe solumuzdan derin vadiden büyük bir coşkuyla akan dereler yer yer şelaleler yapmakta, sesleri görünümleri kulaklarımızdan ve gözümüzün önünden gitmiyor…
Tekrar pusun dağları ardına aldığı manzaralar inanın Karadeniz’i aratmıyor…
Yerleşim yeri görünmeye başladı Servetiye köyü, Camiden akşam ezanı okunuyor…
Bizler hoş bir seda eşliğinde bekleyen araçlara biniyoruz…
İstanbul’a doğru yol alırken Örümceği düşündüm, yuvasına dönmüş müydü? Ağı yağmura dayanmış mıydı? Yoksa bir kuşun ya da bir kertenkelenin avı mı olmuştu?
Bana göre Yılın ilk, Gülay’a göre yılın son kar yağışını bizlere yaşattığın için ve bunca fedakarlıların için teşekkürler…Hüseyin Bey..
Nice karda yürüyüşlere…




Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ

14 Aralık 2007

PAMUKOVA-DOMUZDERESİ YÜRÜYÜŞÜ

Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin.
Bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…
Can YÜCEL


MUTLU OLMAK İÇİN DAĞLARA TIRMANMAK GEREK…

Aralık ayının 9ncu günü; İstanbul’dan hareket edeli yaklaşık dört saati buldu.
Pamukova’yı geçiyoruz, sağımızda bize tepeden bakan, Kapı Orman Dağlarının öncüleri, üzerlerinde beyaz kürkleri görünmüyor?
Usumuzda; Hüseyin beyin bir haftadır, mailleriyle yapmış olduğu kar uyarısı sonrası acaba nasıl bir manzara ile karşılaşacaktık, sorusu…
Yarım saati aşkın bir süre sonra, Kapı Orman Dağlarının rampalarındaydık, gittikçe yükseliyoruz…
Sakarya vadisi öylesine sere serpe uzanmıştı ki… Hava billur gibi, üzerindeki tarlaların çit sınırlarını dahi görebiliyorduk…
Eskiyayla yerleşim yerini geçtikten kısa bir süre sonra araçlardan indik, hepimiz sağımızda solumuzda kar arıyoruz…
Nerede! Yüzümüzü yalayan serin esinti ve güneşin içimize yansıttığı aydınlık, yüzümüzün asılmasını önledi diyebilirim…
Rüzgâr ve güneşin bu sevimli karşılamasıyla artık kar kar demek ne denli doğru olurdu bilemiyorum…
Bununla “yetinmesini” bilmeliydik.
Doğrusu öyle de yaptık…
Kayın ormanları içerisinde yürüyüşümüze başladığımızda, kayınlar, üzerlerinde ne var ne yoksa hepsini çıkarmışlardı.
Baharın sonunda olduğumuzu bizlere tam olarak anımsatıyorlardı…
Yerlerdeki bir karış yüksekliğindeki sararmış hatta humuslaşmaya başlamış yaprakların kokusu beni bir an; arazide kurulu büyük hastane çadırlarının içindeki iyodoform kokusunu ve siyahın griye hatta kurşuni renge çaldığı günleri anımsattı…
Bir ses! Hemen önümde yürüyen… Hüseyin Beyin kendisi kadar naif sesi, geride kalanları uyarıyordu…
Beynim sağ lobun etkisinden kurtulmuş, sol lobun hâkimiyeti altına girmişti…
Bu kez bayır aşağı inmeye başladık… Ceylanlar gibiyiz… Orman bu kez ruhumu rahatlatan sandal ağacı kokuyordu…
Ta ki ormandan çıkıncaya kadar…
Kayın Ormanlarından çıktıktan sonra, iki derenin birbirlerini “v” şeklinde kestiği yemyeşil bir merayla karşılaştık: Etrafımızdaki yükseltilerde, yaprağını dökmüş kayın ağaçlarının yalnızlığını, yemyeşil yapraklarıyla dimdik ayakta duran köknar ve sarıçam ağaçları gideriyordu…
Bu güzel dere kenarında mola verileceğini duyduğumda oldukça sevindik…
Mola Keyfine doyum olmadı diyebilirim… Gülay da bol bol fotoğraf çekti.
Bitmesini istemediğimiz moladan sonra tekrar yola düştük. Bayırları tekrar tırmanıyoruz, yemyeşil yaylaları geçiyor, bazılarında da fotoğraflar çektiriyoruz…
Kırk kişilik Ayakizleri grubuna bakıyorum. Kilometrelerce yürüyüş ve bir o kadar tepeler, bayırlar, yükseklikler aşıla gelmiş… Somurtan bir kişi dahi yok…
Acaba bizleri bu denli mutlu kılan ne idi…
Nedenleri birer birer saydığınızı duyar gibiyim!
Ben ise; Ünlü filozof Alain(Emile Charter,1868–1951)’in daha o yıllarda bu konuda yaptığı araştırmasından bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istedim.
“Alain, hastanelerin birindeki hasta bir kızın yaşamını, gerek hastane içinde gerekse dışında inceler ve şu sonuca ulaşır:
“Mutlu olmak için dağlara tırmanmak gerek”
Çünkü mutluluk kanın zenginliğinden, mutsuzluk da kanın yoksulluğundan kaynaklanmaktadır.
Bilindiği gibi, kan yuvarların görevleri; yaşam kaynağı olan oksijeni akciğerlerden alarak vücudun en ücra köşelerinde ki dokulara götürmektir.
Kan yuvarları üreten fabrika da iliklerimiz.
En çok oksijenin olduğu yerler, deniz seviyesi gibi alçak yerler, en az oksijen olan yerler ise “dağlar” rakım yükseldikçe daha da azalıyor…
İşte iliklerimiz; oksijenin azaldığı zamanlar daha çok çalışmaya başlıyor… Daha bol kan yuvarı üretiyor…
Şöyle ki gerekli oksijeni alabilmek için deniz yüzeyinde, kanın bir milimetre küpüne dört buçuk milyon kan yuvar yeterken, dağlarda sekiz milyon kan yuvar az gelmektedir…
İşte Alain’in hesabına göre “mutlu olmak için dağlara tırmanmamız gerekmekte…
Biraz bilimsel oldu, ama okuduğum bu değerlendirme çok hoşuma gitti, onu siz okuyanlarla paylaşmak istedim…
Tepenin üzerindeyiz, önümüzdeki panaromik manzara öylesine muhteşem ki tüm Kapı orman dağ bloku önümüzde Hüseyin Bey koluyla her bir yükselti ve çöküntüyü gösteriyor. Kimiyle tanışmış kimiyle de henüz tanışmamışız…
Buradan öylesine sular seller gibi akmışız ki köye varmadan yolda karanlıkla karşılaştık.
Tepe lambaları yakıldı, bereket çiseleyen yağmur çok fazla ıslatmadan Melekçeoruç köyünün Seferler mahallesine vardık.
Burada bir köy evinde dinlendik. Ev sahiplerinin misafirperverliği öylesine doğal ve içtendi ki.
Ya! Evin canı tez annesi, yemeklerin yapılmasındaki yardımı ve koşuşturmasındaki içtenlik asla yadsınamaz…
Hüseyin Bey ile Selim Beyin o kadar yorgunluğa rağmen hazırlamış oldukları yemekler yer sofrasında yendi… Kuzinede yanan odunun ısısından mahmurlaşanlar, yemek yemeyi bile unutmuştu…
Ancak belirtmeden geçemeyeceğim, içimizde yürüyen doktorların köylüler ile yakından ilgilenmeleri, onları muayene edip, dertlerine ortak olmaları çok güzel bir duygu… Ayakizlerine de bu yakışıyor… Hüseyin Beyin yapmış olduğu yardımlar ise zaten özellikle köy çocukları tarafından çok iyi biliniyor…
Ve tekrar dönüş yollarında idik…
İstanbul’a vardığımızda saatler 2200’yi gösteriyordu…

30 Kasım 2007

DOLUN'UN İNTERA'SINA AŞKI

DOLUNAY’DA KAMIŞLI-GÜNEY KÖYÜ YÜRÜYÜŞÜ

Kamışlı yaylasında, molada öylesine dinlenmiş ve olumlu enerjiyi almıştık ki sıra ikinci etaptaki yürüyüşe gelmişti.
Hemen hemen Ayakizlerinin yarısından fazlası yürüyüşe başladı. Yürüyüş, Kamışlı yaylasından başlayıp güney köyünün karavanlar mahallesinde bitecekti… Ve geceye de sarkacaktı…
Bu bir keşif yürüyüşü idi ve yürüyüşe 1530’da başlandı… Devamlı rampa çıkıyoruz, çıktıkça da manzara daha da güzelleşiyor. Doğa, hoyratça neyi var neyi yok sergiliyordu…
Güzellikleri yakalama ve bu güzellikleri başka bir anlatım biçiminde anlatmaya çalışanların deklanşörleri hiç susmuyordu.
Yükseldikçe toprağın yumuşak yüzü donuklaşıyor, havanın şefkat veren koruyuculuğu da ortadan kalkıyordu, özellikle parmak uçları soğuktan etkilenmişti ki onların da yardımına eldivenler koşuverdi…
Önümüzdeki tepeyi aşmak üzereydik ki güneş artık elveda diyordu… Kısa bir molayı müteakip tekrar yürüyüşe başladık...Bizler, önümüzdeki tepeyi de aştıktan sonra diğer tepeye, orman içinde ilerlerken karanlıkta sadece önümüze bakmaktan midemiz bulanmaya başlamıştı ki… Öylesine kuvvetli bir ışıkla karşılaştık, sormayın, şaşırmadım dersem yalan olur…
Bu yarasaların uçuştuğu, Drakula’nın kurbanının boynundan kanlarını emdiği, Frenkeştayn’ın yakaladığı güzeli keskin bıçaklarla dilimlemeye çalıştığı, kurtların, kurt adamların avı olmaktan korktuğu, kötülüklerin kol gezdiği bir dolunaylı geceden çok… Eski çağlardaki, Dolun ile İntera’nın aşkı destanındaki gibi; “Dolun’un çok isteyip de bir türlü kavuşamadığı “İntera”sına; aşkını, sevgisini ve bir türlü bulup da getiremediği “yaprakları gümüşten, tomurcukları elmastan çiçek” yerine dünya dışından parıltılarını yansıttığı yirmi sekiz günden biri olan bir geceydi…
Hepimiz, bir türlü varamadığımız tepeye geldiğimizde…
Bayır aşağı inmeyi düşlerken…
Hüseyin Beyin bu kez” kıvırcık bon bon saçlı ikiz bonusuyla” karşılaşıverdik…
“Dolun” öylesine gayretkeşti ki onun etrafımızı öylesine aydınlatması, Çelik Ali Beyin, Selim Beyin tüm patika ve yön taramaları, Birol Beyin elektronik yön algılama cihazı da bizim yönümüzü bulmamıza yardımcı olamayınca…
Yine iş, Hüseyin Beyin yön bulma yeteneğine kalmıştı…
Otuz sekiz Ayakizi, iz peşinde orman içinde öylesine uğraşı içindeydi ki, acaba bu uçurumlu sırtlarda gündüz olsaydı da kaç kişi yürürdü?
Oh! Düz bir açık alan, kısa bir mola… Gülay oturmayınca, ben de oturamadım… Ayakta dinlenme daha iyi olurdu… Keza oturunca kim kaldıracaktı? Reşat beyin… Nihavent makamından söylediği şarkılar… Bizleri öylesine coşkulandırdı ki… Verilen coşkuyla…
İnanır mısınız?
Saatler boyu hemen hemen hiç kimsenin gıkı çıkmadı…
Köy ışığı görünmüştü de bu köy hangi köy idi?
Bir ses, burası Güney Köyü… Buradan yarım saatlik yolunuz kaldı diye bağırıyordu. Köylü amcam…
Bayır aşağı saatlerdir, devam eden yürüyüşle, dizlerimizdeki balatalar ısınmış duman bile çıkartıyordu… Acı, olmaz olur mu, acı?
İşte kendi isteğimizle elde ettiğimiz, acı bu…
Bu acıdır ki; beyni düşünceler kervanının peşine düşmekten alı koyan, sadece o anı yaşatan ve başka bir anı yaşamanıza olanak vermeyen, belki de en sevdiğinizi dahi hatırlatmayan, Sadece… Düşüncelerinizi önce kışkırtıp, sonra kamçılayan, ama fevri hareketlerden alıkoyan, bedeninizdeki ağrıyan en küçük organ veya kasınızın dahi ayırdına varmanızı sağlayan… Acı… Bu acıdır…
Bereket Hüseyin Bey, Atilla kaptanı yanımıza çağırmış, daha fazla yürümeden aracımıza bindik…
Yaklaşık 16 kilometre süren bu yürüyüşü: Dolun’un aşkını İntera’sına gösterdiği parıltılı bir gece olarak anımsayacağım…
Ha! Bir de… Hüseyin Beyin Kıvırcık Bon bon saçlı ikiz bonusunu…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ

28 Kasım 2007

KİME GÖRE ZAMAN...

“Zaman:
Biliyorum ki göreceli bir kavram…
Kimine göre… Doya doya yaşanması,
Kimine göre öldürülmesi,
Kimine göre de hemen geçiştirilmesi gereken zorunlu olan bir kavram,
Unutmadan söyleyeyim! Kimine göre de
Aman nasıl olursa olsun da geçsin. Bir an önce yarının güneşini göreyim... De denen bir kavram…”
Tamamen ruhunuzda yaşadığınız; umutların, korkuların, hırsların, şaşkınlıkların, kuşkuların, nefretlerin, acıların ya da beğenilerin, yansımalarıdır… Bunlar…
Doğaldır ki, beğeniler yüzümüzde gülücükleri, acılar ise; yüzümüzde ki hüzünlenmeleri resmeder…
Biz doğa tutkunlarının tek beklentisi; zaman değirmeninde horlanmadan, *kendi isteğimiz dışında ki acılara ve gözyaşlarına boğulmadan* kavgasız bir zaman dilimi yaşamaktır…
Kendi isteğimiz derken ne demek istiyorsun der gibisiniz?
Evet, yanılmadınız, düşündüğünüzü diyorum…
İşte! Yüzümüzde… Sonbaharın hüznü yerine gerçekten “sonunda baharın yaşandığı… Sonbaharın güneşli sımsıcak bir gününde” “Doğançay’dayız…”
Doğançay… İlk kez görüyorum… Sakarya nehri kıyısında, Doğançay’la kesiştiği noktada kurulmuş… Kente girdiğinizde sizi gar binası karşılıyor…
Hidayet Beyin çektiği mükemmel istasyon fotoğrafı sanırım ne demek istediğimi anlatıyordur…
Elinize sağlık, yüreğinizin sesini yansıtan bu resimler için, Hidayet Bey…
Hemen ilk iş, bir kahvehane bulup da günün ilk çaylarını yudumlarken grupta yeni aydınlık yüzlerle tanışmalar başlıyor…
Bugün benim geçen bir buçuk aya göre daha da aydınlık günüm; her şey bugün gözüme daha parlak görünüyor… Yanı başımda güneşin sımsıcaklığıyla mahmurlaşan köpek bile çok masum görünüyor.
Hadi sizi daha fazla meraklandırmayayım… Nedeni bir buçuk aydır… Ayağından rahatsızlanan Sevgili eşim Gülay’ın istirahatının bittiği ve yeniden yanımda yürüyüşe başladığı gün…
Bugünün hediyesi olarak fotoğraf çektirmekten haz duymayan Kaptanımız Atilla Bey bile kendisiyle fotoğraf çektirmesi özlendiğinin ve arandığının göstergesiydi…
Bu arada web sayfamızı takip edipte beğenilerini sunan doğa tutkunlarına teşekkür ediyoruz…
Doğançay’dan hareket edipte Doğançay vadisinin kuzey yamaçlarındaki stabilize yoldan aracımızla ilerlerken kendimi Karadeniz’de hissettim. Her yanımız kayın, kestane ağaçları yapraklarını sanırım gelecek hafta gelsek göremeyeceğiz…
Birinci etap yürüyüşü; ikinciye nazaran daha rahat olacaktı… Nitekim öyle de oldu, fotoğrafını yakalayabileceğiniz görüntülerin peşinde o kadar çok koşabildik ki, fotoğraf çekmeyi kendine haz edinmiş her birimiz, doğada ayrıntı ve farklı bir iz peşinde koşan birer avcı gibiydik…
Çaydan akan su; yağan yağmurlar nedeniyle o denli bereketlenmiş ki bizlerin geçişi bile o denli zor oldu…
Ya muşmulalara ne dersiniz… Bu kez gözüme yeni muştuların habercisi gibi görünüyor…
Doğa; güneşin de cömert davranışıyla öylesine coşmuştu ki bunları Eşimin çektiği fotoğraflarda ve videoda görebilirsiniz…
Tepeyi tırmanıp ta karşıma birdenbire çıkan, yamaca sırtını vermiş sararan ağaçlarla kendini taçlandırmış… Kamışlı Yaylası…
Mola burada verildi, neler yenmedi ki Birol’un ifadesiyle “Japon usulü hamsi” den tutunda, köfte, salata, peynir, helva, turşu… suna kadar… Dört elden, salatalar yapılırken, kimisi de benim gibi güneşin keyfini çıkartıyordu…
Bir yandan, masada çalışanları izliyordum… Turşunun bu kadar düzenli kesildiğini, “Kaçkar’larda Balayı” kitabının yazarı ve yaşayanı Sevgili Murat Selçuk’un sevgili eşinde gördüm dersem yalan olmaz…
Yemekler yendi…Yayla evlerinde keyf edildi... İkinci etap yürüyüşü; hem zorlu bir yürüyüş olacak hem de geceye sarkacağı için, Gülay gibi ben de çok az yedim…
İyi ki az yemişim… İkinci etabın gündüzden geceye geçiş saatlerinde… Ve sonralarında… Dolunayla baş başa tavşan patikalarında... Sağ olsun Hüseyin Beyin BONUSU da eklenince yemeği fazla kaçıranların halini görseydiniz…
İkinci etapta buluşmak dileğiyle…
Mehmet Yücebilgiç

22 Kasım 2007

GEMLİK-KURTKÖY YÜRÜYÜŞÜ

“Anı yakalamak ve kaydetmek,
Hissettiklerini yansıtmak,
Yansıttıklarını yaşamak ve
Yaşatabilmek… Karelerde...
Bir roman gibi…”



Bu hafta sonu yürüyüşümüz; Bursa/ Gemlik ile Yalova/ Kurtköy arasında idi.
Yürüyüşe başladığımız andan itibaren, doğa bizleri o denli bağrına basmıştı ki, tüm güzelliklerini gösterme gayreti içinde idi…
Yürüyüşe başlayalı daha bir saat olmamıştı ki, Gemlik aşağılarda kalmıştı… Bizler bulutlar üzerinde yürümenin ayrıcalığını yaşıyorduk…
Ta! Uzaklarda ufukta bembeyaz kürkünü giymiş tüm haşmeti ile“Uludağ” bağdaş kurmuş oturuyor… Elinde nargilesi var mı seçemiyorum?
Yürüyüş boyunca hemen hemen herkes neredeyse gördüklerini fotoğraf makinelerine kaydetme telaşına düşmüştü…
Sırtlar hattında bir tepeden diğerine tırmanıyoruz.
Önümüzde keçi sürüsü çobanı göremiyorum, dikkatim havlayan köpeklerde, sonra gördüm… Kendi dünyasındaydı… Yanından geçen altmış kişilik gruptan haberi dahi yok muş gibiydi… Dayanamadım..Selamünaleyküm!…Kolay gele…
Zorla, yüzümüze dahi bakmadan bir mırıldanma… Ne söylediği belli olmayan…
Kim bilir? Ne sorunu var idi?
Yavaş yavaş yükseliyoruz… Bulutların üzerinde yükselmenin ayrıcalığını yaşayan bizler… Biraz aşağımızda kalan ve bulutsuzluk özlemi çeken çoban…
Yaşamın çelişkileri…
Deklanşöre basıyorum, bir birinden güzel görünümleri kaçırmamak için, sonra cazibeye dayanamayıp kendi fotoğrafımı çektiriyorum…Arkama baktığımda gri bir toz bulutuna benzer sis hızla bize doğru geliyor… Yönümüzü değiştirip, kuzeye yöneldiğimizde bulutlar yanımızdan geçip gidiyor…
Ayaklarımızın altında yapraklardan oluşan en az otuz santim kalınlığında bir halı serili üzerinde sanki uçuyoruz…
Bayır aşağı süzülürken yaprakların çıkardığı hışırtılar, kim bilir kaç desibel ses çıkartıyordu? Sarılar içinde kısa bir mola sonrası, Hüseyin Beyin sesi Muşmulaları geçmeyin…
Doğrusu muşmula ağacını ilk defa görüyorum… Arkamdan bir ses, Mehmet Bey görmüşünüzdür ama dikkatinizi çekmemiştir! Doğru... Meyvesini de yemiş değilim… Nedenini bilemiyorum?
Ama bu kez durum farklı tadındaki rayihayı farklılığını keşfedince ne kadar yediğimizin farkına bile varamadık…
Muşmula ağaçlarını müteakip bir düzlüğe çıktık… Yağan yağmur dinmiş… Tepenin ardındaki güneş ışınlarının bulutlar içinden süzülüşü görülmeğe değerdi…
Buradan itibaren sırt hattından vadiye hâkim yürüyüşümüz, tam anlamıyla birbirine benzemeyen manzaraların seyriyle devam etti…
Gözüm vadideki ve karşı yamaçlarda sarıdan kızıla çalan renk cümbüşünü ve üzerine bağdaş kurmuş bulutları takip ederken; kulaklarımda, yağmurluğuma çarparak ses çıkartan yağmur tanelerinin tınıları yankılanıyordu… Bu arada yanımdan o gün yürüyüşe misafir olarak katılan bir doğaseverin kulağındaki “mp3 çaların kulaklığı”nı görünce henüz “doğaylabaşbaşa’lığın” ayırdına varamadığını düşündüm… Hava kararmaya başlıyor… Tepe lambaları yakıldı… Patikalar, sapaklar, hangi patikadan gideceğiz diyerek bekleşmeler…
Yalova/Kurtköy’e yaklaşık iki saatlik yolumuz var… Ama patikadaki çamur diz boyu…
Hızlı adımlarla ilerlerken düşenler, gülüşmeler… Bir yerin de bir şey var mı sorgulamaları?
Derken Kurtköy’ün ışıkları belirdi, tempo oldukça hızlandı, önümüzde Güler hanım, Ali Taş bey iz sürüyor… Onları Aynur Hanımla takip ediyoruz…

Camiyi görünce yürüyüşün sonuna geldiğimizi anladım…
Hemen Caminin çeşmesinde çamurları temizledik…
En güzel “an”; üzerinizdeki terli giysileri temizleriyle değiştirecek bir mekân bulup değiştirmek…
Grup tamamen köy kahvehanesinde buluştuktan sonra önündeki bahçede mangalda köfte ve akşam yemeği faslı başladı…

Yemekler yendikten sonra kahvehanenin bahçesinde, çayla sohbet ederek yürüyüşün değerlendirmesi yapılıyordu...

Dönüş Yalova, Eskihisar'a feribotla geçiş ve İstanbul’a varış…
Gözümün önünde Sonbaharın tüm özelliklerini yansıtan renkleri… Mehmet Yücebilgiç