26 Mayıs 2008
"BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU" ADLI ROMAN İLE "SEN NE DİLERSEN" İSİMLİ FİLM
Birkaç haftadır, doğadan uzaktayım, Gülay’ın da Ankara da bulunduğu bu süreçte neler mi yaptım?
Aklımda iz bırakan iki şey…
Birincisi; Kızımla baş başa seyrettiğim “SEN NE DİLERSEN” filmi,
İkincisi; Okuduğum “BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU” isimli roman…
Doğrusu bu ikisiyle de edindiğim ve beni ortak düşüncede buluşturan “ŞAŞIRTICI ALIŞKANLIKLAR” edinimimi paylaşmak istedim…
Birincisi; Yönetmenliğini Cem Başesgioğlu’nun yaptığı, Tuğçe için daha da önemlisi, küçüklüğünden beri idolü olan,
Zeynep ablasının (ZEYNEP ERONAT) 2006 yılında Adana Altın Koza ve Ankara Uluslararası Film Festivallerinde ödül aldığı film: Filmi sinema ortamında seyredebilmek için, salonda gerek ışık gerekse ses düzeni ayarlamasında oldukça özen gösterdi… Filmi seyredeli otuz dakikayı geçmişti ki… Sıkıntıdan patladım, hala filmin konusunu kavrayamamıştım… Belli etmemeye çalışıyordum…
Keza kendisini yandan izlediğimde pek keyifli ve filmin içine düşercesine izliyordu… Biraz da onun anlayıp keyif aldığı bu filmi, ben neden anlayamamış ve konuya takılıp kalmıştım…
Film ile Kızımın filmi iştahla izlemesi arasında sıkışmış kalmışken… Daha da duramadım…
Kızım! Ben konuya giremedim, kim hangi rolü oynuyor, parça parça sahneler, kim, hangi sahnede, ne bileyim? Daha çok soru soracaktım ki?
Sözcükler ağzımda kaldı…
Baba! Konuya “takılma” henüz film bitmedi ki, oyuncuların rolüne, makyajlarına, mekâna, görüntüleri çekime alırken kadrajlamaya ve çevreye bak…
Tamam dedim… Dedim de gözüm ekrandaki “SEN NE DİLERSEN” filmindeyken…
İkinci us ekranımda ise; çocukluğumdan beri seyrettiğimiz… Filmler sırasıyla akıp gidiyordu… Sinemada filmi seyretmeye başladığımın ikinci dakikasında sadece ben değil sinemadaki tüm seyirciler… Konuyu çözümlerdi… Ya oğlan ya da kız fakir veya zengin veya tekerlekli sandalyede olurdu, babaları evlenmelerine ya yardımcı olur genellikle de karşı çıkardı… Oğlan kızı kaçırırken kızın babası görecek diye Allahım! Bütün sinemadaki seyircilerle birlikte nasıl bağırır, çığlıklar atardık anlatamam…
Şimdi ise; öyle değil film bulmaca gibi; eskiden olduğu gibi “hazır lob” yok, filme kendini vereceksin, aklında sorunların varsa unutacaksın, hatta tuvalete dahi gidip ara vermeye kalkmayacaksın… Ne demek çekirdek çitleme, kuru yemiş yeme dikkati dağıtırsın…
Sonra da filmi anlamak için başlangıçta gösterilen yönetmenin adında takılıp kalırsın…
Alışkanlıklarımın tersine arınmış bir şekilde seyre daldığımda… Film ortaya çıkıverdi…
Film de, Kızımın dediği gibi, Makyaj da, roller de yerli yerine oturmuştu usumda…
İkincisi ise; İtalio CALVİNO’nun “BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU” isimli romanı okurken edindiklerim…
Yazar, Küba’da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldikten iki yıl sonra İtalya’ya taşınırlar, 1985 yılında hayatını kaybedinceye kadar sayısız ödül alan, bana göre feylesof düşünceli biri.
Romanı da filmde yaptığım gibi dikkatle takip etmez, alışıldık bir roman gibi okumaya kalkarsanız… Roman okuma keyfinizi yitirebilirsiniz…
Öncelikle Kitabı okumaya başlamadan tavsiye edebileceğim… Yazarın da belirttiği… “RAHATLA… TOPARLAN… ZİHNİNDEKİ DÜŞÜNCELERİ KOV GİTSİN. SENİ ÇEVRELEYEN DÜNYA BIRAK BELİRSİZLİK İÇİNDE YOK OLUVERSİN” komutları, koşulsuz yerine getirdikten sonra okumaya başlamaktır…
Eskiden olduğu gibi alışkanlıklarınızın esiri olmuşsanız… Okuduğunuz şeylerin ayan beyan ortada olmasına alışmış bir okur iseniz…
Okumaya çalıştığınız romanı yarıda bırakmak zorunda kalırsınız…
Ben de yarıda bırakmaya ramak kalmak üzere iken; yazarın verdiği telkinlere- aynı kızımın filmi seyrederken verdiği taktikler gibi- uyarak okumaya başladığımda kitabın nedenli ustaca yazıldığını anladım…
Nasıl mı? Yazar sana roman kahramanı rolünü benimsetiyor… Kahraman, erkek okur sonra kadın okur… Romanı yazar değil sen yazıyorsun hayır…hayır hem de Sen oynuyorsun…
Tek düze bir anlatım yerine birbirine benzemeyen konularda ve yazarların yazdığı on adet roman girişi diyebilirim…
Romana başladığım da deneme tadında demiştim, sonra öykü yok yok roman, inceleme ne bileyim? Tüm edebi yazı türleri usumdan aktı gitti tanımlayamadığım… Ayrı tat ayrı bir lezzette, daha önceleri yemediğim yemek, görmediğim doğa tadında bir eser idi…
Öylesine şaşırmıştım ki… Tekrar tekrar yazarın kendi romanı ile ilgili eleştirilere verdiği cevabı okudum…
Bildiğimiz veya öğretilen yıllarca gerçek haline getirdiğimiz “ALIŞKANLIKLARA” hiç mi hiç benzememe karşısında… Yine şaşırdım…
Böylesine düşüncelere nasıl ulaşabiliyorlardı… Onun alışkanlıkları yok mu idi?
O kendisini şaşırtmaktan keyif almış… Ama beni de şaşırtmıştı bir bilinmeyen türle…
Aklıma bir yazarın şu cümleleri geldi…
KENDİNİ YAPACAKLARINLA ŞAŞIRTACAKSIN…
SONRA DA BU HAYATIN NE KADAR İÇİNDESİN,
ONU DÜŞÜNECEKSİN…
Tüm bu okuduklarım; inanın, kendini doğada yönünü kaybetmiş bir doğa gezgininin veya dağcının yönünü bulmada ki gayretini anımsattı…
ŞAŞIRMA, HEYECAN, MÜCADELE VE YENİ DENEYİMLER EDİNME...
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
26MAYIS2008
4 Mayıs 2008
YÜREĞİMDEKİ DEĞİŞİM SANCISI
“Yüreğimde sancı var…
Sarıl bana…
Beni biraz anlasana”…
Şarkı sözlerinden bir tutam…
Kendinizi şarkının sözlerine kaptırdığınızın farkına vardığınızda hemencecik diğer farkındalıkların kapısını açıverirsiniz…
Ben, şimdiye kadar bu tür şarkıları dinlemezdim… Dinlemezdim dediğiniz yıllar, sanki dün gibiymiş gibi de yakın geçmişi düşünüverirsiniz…
Oysa yıllar, geri de kalmıştır da şimdi, bir şarkı sözüyle, yirmi beş, otuz yılı kısa bir süre gibi düşünüverirsiniz… Neyse sizi de kendim gibi süreye takılı tutmayayım…
Dinlemezdim de ne oldu bana, şimdi dinler oldum?
Hem de yüreğindeki sancıyı, yüreğimde hissediveriyorum…
Dediğiniz… İşte bu “an”: Aramaya başladığınız “kendinizi bulmaya” başladığınız, kurguladığınız “değişimin”; toprağı yırtarcasına delmeye ve yüzünü güneşe göstermeye başladığı, “sevdiğiniz” ama onun “size katlanmalarını alışkanlık” haline getirdiğiniz “aşkınızı” tekrar fark etmeye başladığınız “an”dır…
Değişim… Evet değişim sancısını yüreğinizde hissetmeye başlıyorsunuz ama… Henüz emekliliği yaşıyor veya hassas ve kırılgan bir yapıya sahipseniz: Usunuzun arka bahçesindekiler size uygulama fırsatı verir mi?
Yıllardır, peşinde koşuşturduklarınız, gerçekleşmeye çalıştırdıklarınız, anlamaya bile gayret göstermeden ya da size bu böyle yapılır dedikleri için yapmak zorunluluğunda olduğunuz… Var olma gayretkeşlikleriniz…
Tüm bunlar; kendi sosyal ve ekonomik yeterliliğiniz için… Anneniz babanız… Sonra eşiniz… Sonra da çocuklarınız… İçindi…
Geçmişteki tatil, bayram, anneler, babalar, sevgililer veya doğum günlerini; yaptığınız işin, öncelik alması nedeniyle ıskalanan günler olarak hatırlarsınız.
Ya da kendi annenizin anneler gününü, çocuklarınızın bayramını kutlamadan; zorunlu olduklarınızı, öncelikle kutladığınızı hatırladığınızda kendinizi hayıflanırken buluverirsiniz…
Ohhh deyişinizi ve içinizi çeker gibi bir haliniz olduğunu görür gibiyim…
O zamanlar temel düşünce; yaşamınızın büyük bölümünü hep birilerinin- çalıştığınız kamu kurumu olsa dahi- isteklerine göre hatta kendi eş ve çocuklarınızın da istek ve arzularını yönlendirmeler sarmalında yönlendirmeniz kaçınılmaz idi… Bunlara bir de anne ve babanızın ve yakınlarınızın dileklerine göre ayak uydurmayı eklerseniz…
Kendiniz gibi eş ve çocuklarınızın da istekleri hep askıda kalacaktır…
Şimdi artık… Bu yaşanmışlıkların tekrarını asla ve asla istemiyorsunuzdur…
Çok ilginçtir… Tüm bu düşünceleri düşünmüş ve yaşamış olmanıza karşın birden bencilleşiveriyor…
Özellikle Eşinizden, çocuklarınızdan kendi düşüncelerinize göre davranış göstermesini bekler duruma düşüveriyorsunuz…
Ne garip bir çelişkidir… İki ruhlu bir hal içinde gibisinizdir…
Ben yaptım… Şimdi onlar da yapsınlar düşüncesi…
Kendinize yapılanlar ile kendinizin yapmak istedikleri ve istemedikleri arasında sıkışmış bir haldesinizdir…
Kendinizi de, yağmurda ıslanmış burnunuzdaki damlacıkların yere düşmesiyle birlikte o damlacıkla birlikte yerin bin fersah dibine gitmiş gibi hissediveriyorsunuz…
Bu alışkanlık haline gelmiş veya sarmalında yaşanılan duygu ve düşüncelerin tutsaklığından kurtulmanın nedenli zor olduğunu sanırım anlatabildim…
Oysa… Bu öyküye dönüştürecek anlatımlar sadece ve sadece kendinizi haklıyım dedirtecek anlatımlardan uzak, belli bir dünya görüşünü dayatmadan sadece bir sarmaşığın dalları ve yapraklarının birbirine sarınarak büyümesi gibi özgün ve öz gelişimine özen gösterecek hassasiyette olması gerekecektir…
Ne mutlu alışkanlıklarının ve özverilerinin tutsağı olmayanlara ve bu değişimde kendilerine benim sahip olduğum gibi yardımcı olacak “can dostu” bulunanlara…
Sana çok teşekkür ederim…
Benim biricik aşkım ve çocuklarımın annesi…
Anneler günün kutlu olsun… Nice anneler gününü beraberce kutlama dileğimle…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
04 MAYIS 2008