18 Mart 2008

SERMAYECİ-KERAMET-ILICA YÜRÜYÜŞÜ

Bu haftaki yürüyüşümüzü, SAMANLI DAĞLARINDA, Kocaeli sınırlarındaki SERMAYECİ köyü ile Bursa sınırlarında yer alan KERAMET köyü ile ILICA arasında, yapmak üzere İstanbul’dan ayrıldık.Yollar her zaman ki ne nazaran oldukça tenha, İstanbul’da yolların tenhalığı artık garipsenecek bir olay… İnsanın içini ürperten bir duygu kaplıyor… Ne oluyoruz ki gibi…
Eski Hisar’dayız. Atilla kaptan vapur sırasının tenhalığından da yararlanarak, bir çırpıda adeta vapura sırçayı verdi… İkinci araçtan koptuğumuzun farkına vapura bindikten sonra anladık…
Araba vapurunun sadık koruyucu melekleri; bu kez bizlere yakınlık göstermiyor, atılan simitleri kapmak için burunlarını dahi kıvırmıyorlardı…
Acaba biz insanlar; onların denizini, doğasını kirletmenin yanında, başka affedilemeyecek hatalar da mı etmiştik?
Yoksa! İzmit Körfezi eski temizliğine kavuşmuş da yine bol bol balık ve yoksun kaldıkları o çeşit çeşit deniz ürünlerine mi kavuşmuşlardı? (*)
Karınlarının tok mu? Yoksa bize küskün olduklarını umursamadan simitleri atmaya devam ettik… (*)(*Foto.Betül Hanım tşk.)
Belki birkaç pike yaparlar da fotoğraflarını çekeriz diye…
İlk mola, Tavşanlı beldesinde grubun lojistik gereksinimlerini karşılamak için verildi…
Samanlı dağlarının ön yamaçlarındaki dönemeçleri bir bir geride bırakıyoruz… Rakım arttıkça yemyeşil çimler içindeki beyazlara bürünmüş erik ağaçlı, etrafı çitlerle çevrili bahçeli evler… Peşi peşine bizlere el sallıyorlar…
Doğa ananın tuvalinden fışkıran bu kareler; birkaç saat önce “dünya halleriyle” boğuşan beni alıp, o tuvalin içine çekivermişti: Artık yürümeden doğayla iç içeliğe ısınmaya başlamıştım. Bu ısınmayı, usumda gizlice çalan; Mozart’ın flüt ve harp konçertosunun tınıları pekiştiriyordu…
Sermayeci köyünde; inince bir yandan yürüyüş hazırlıklarını yapıyor diğer yandan da görüşemediğimiz arkadaşlarla yarenlik yapıyorduk…
Kısa süren bir hazırlıktan sonra yürüyüşe 10.45’te başladık… Bu saatte başlangıç oldukça erken sayılırdı…
Köyü; bahçelerini çapalayan ihtiyar delikanlılarla sohbet ederek geçiyoruz… Tarlalarda, Mart kapıdan baktırır sonra bizim ürünleri yok pahasına sattırır, düşüncesinde olan kimi çiftçiler; ürünlerini seralarının korumasına almışlardı…
Samanlı Dağlarının tepeliklerini aşıyoruz… Ağaçlardan arınmış boşluklar oldukça fazla… Kuzeyde İzmit Körfezi, Güneyde İznik Gölünü, Poyrazı yesek de, görmenin ayrıcalığını yaşıyoruz…
Biraz ötede bellerini yamaca vermiş, çatıları kırmızı kiremitli evleriyle köyler: Yapraklarından arınmanın hüznüyle yeni yeni fışkıran filizlerin sevincini birlikte yaşayan, şiddetli poyrazın etkisinden korunmak için öbek öbek olmuş yabani meşelikler: Tepelerde yalnız başlarına Poyraza meydan okurcasına direnen meşeler de dikkatimizi çekiyor…
Samanlı Dağlarının tepeliklerindeki ağaçlardan arınmış boşlukları; bir şairin arada “anlam boşlukları” bırakarak “eksiltilmiş bir dille” yazılan şiirine benzettim…
Bizlerin her bir boşluğu; sezinleyerek, bu boşluklara anlam yüklememiz için:
Bu seziş, beş duyuyla algılanmayandır,
Bu seziş, bize görünmeyendir,
Bu seziş, dışta görüneni içselleştirmek, her bir soluğa anlam katabilmektir,
Bu seziş, yaşamın tek düze bir akış olmadığını, arada boşluklarda olduğunu, ayrıntılardaki gerçeğin; bildiğimiz, alıştırıldığımız, alıştığımız, gerçeklere hiç de benzemediğini anlatandır…
Belki de, doğada karşılaştığımız bu boşluklar: Yaşamın dolaşımındaki “şaşırtıcı karşılaşmaları” sayesinde, bize “kendimizdeki boşlukları”, “eksiklikleri” öğretecektir…
Belki de, ayırdına vardığımız boşlukları doğayla doldurmak için…
Yürüyüşümüz bu düşüncelerle devam ederken, içimden doğanın olmazsa olmazı bir de yeni doğmuş kuzuların meleştiği bir koyun sürüsü gördüm mü, sormayın keyfime diye geçirdim…
Helva ekmek molasındayız: Hemen ayaklarımızın ötesinde İznik körfezi, ötelerden kuzu melemelerini duyar gibiyim, hafif esen Eğenin Meltemini andıran esinti… Güneşin tesirini azaltıyordu…
Önümüzdeki yamacı aştığımızda ne göreyim! Annelerinin memelerini çekiştire çekiştire emen kuzuların da bulunduğu bir koyun sürüsü, çobanın başında meraklı sorularla toplanmış Ayakizleri…
Çoban köpeklerinin korkusundan ne ben ne de Gülay fotoğraf çekmek için sürü içine giremiyoruz…
Yürüyüş bu kez… Ot ve çiçeklerin türlü türlüsüyle bezenmiş yamaçlarda devam ediyor… Gülay’ın da yüreklendirmesiyle… Bayır aşağı koşuyorum… Koşmuyorum, adeta kendimi Salı verdim bayır aşağı, kontrol bende değil doğa da…
Ardımda bıraktığım sadece tepeler, bayırlar, üzerinde rengârenk çiçekler açan, halı gibi döşenmiş çayırlar değil: Kendimin de kaldığını, bayır aşağı koşanın( Gülay’ın ifadesiyle Hop bidikler) bir başkası olduğunu sezinliyordum…
Bu coşkulu hop bidikler; bir zamanlar yaşanmış günlerin hüzün veya sevinçlerinden değil, olmamış hayallerin ardında kilitli kaldığı bir ıssızlıktan fısıldayan içimdeki çocuğun sakınmalı düşleriydi…
İşte kaleme aldığım bu satırlarda, o süreci tüm ayrıntılarıyla tekrar yaşıyor ve ünlü yazar “Gabriel Garcia Marquez’”in de dediği gibi “anlatmak için yaşıyordum”…
Tepeler, bayırlar molalar derken zeytinlikler arasındaki yollardan, yol kenarlarındaki sulaklarda fotoğraf çektirerek ilerliyoruz…
Keramet köyü meydanındaki tarihi çınar ağacını fotoğraflıyoruz, kahvehanede verilen mola oldukça iyi geldi…
Buradan bir saatlik bir yürüyüşle Ilıca’ya vardık, etrafı zeytin ağaçlarla donanmış, antik bir doğal sıcak su havuzu…
Hüseyin beyin hazırlattığı; Selim ve Birol’un ve de Betül hanımın emekleriyle öylesine bir masa donatıldı ki anlatamam, yaşanması gerekir…
Menü de ne mi var dı? Neler yoktu ki!
Ya otuz iki derecelik sıcaklıkta ki ılıca suyunda doğanın içinde yüzmenin keyfine diyecek yoktu…
Böylesine keyifli geçen bir yürüyüş sonrası Orhangazi’de şubesi açılan İmren köftecisinden de köfteler, sucuklar alındıktan sonra Yalova ve vapur yolculuğundan sonra da İstanbul…
Akıllarda yürekleri sağaltan keyifli anlar… Yeniden dünya hallerini yüreklilikle karşılamak için…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ

4 Mart 2008

ROTA GRUBUYLA TEPE MANAYIR- HACILI YÜRÜYÜŞÜ

Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı.
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben,
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten.
Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden,
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
Gözü kara cesaretimden.
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı...
Murathan MUNGAN

ENGELLER HAYATIN TA KENDİSİDİR... ŞAŞIRTICI KARŞILAŞMALAR BİZE KENDİMİZİ ÖĞRETİR…

Sabah 0530’da yataktan kalkar kalkmaz yaptığım ilk şey, pencereden dışarı bakmaktı…
Sabaha kadar devam eden fırtına ve çıkardığı ses; düzenli uyumama engel olmuştu, ama bir yandan da yağmuru engeller diye kendimi avutmuştum…
Perdeyi açmamla birlikte cama çarpan yağmur damlaları, gökyüzünü görmeme mani olmuştu… Sokak lambasının ışığı yağan yağmurun nedenli şiddetli olduğunu görmeme yetmişti.
“İçimdeki rahatına düşkün çocuk” durmadan mırıldanıp duruyordu, yağan bu fütursuzca yağmur altında yürüyüşe gidilir miydi?
Tabii ki gidilecekti…
Uzun bir süre yürüyüşe gidememiştim bir de Rota grubuyla ilk yürüyüşüm olacak idi…
Evden çıkıp Taksim’e vardığımda yedek ayakkabılarımı ve diğer malzemelerimi almayı unuttuğumu fark ettim…
Bu doğal bir sonuçtu ve şimdiye kadar noksanlıkları tamamlayan sevgili Gülay’dı… O olmayınca aksamalar, yürüyüş havasına girmeler de zor oluyordu…
Atatürk Kültür Merkezi önünde Rota Yürüyüş Grubunun aracını beklerken; şiddetli bir gök gürültüsü ve ardından bardaktan boşanırcasına yağmur kısa bir sürede ıslanmama neden oldu…
Şaşkınlık üzerine şaşkınlık… Şaşkınlığım, araca binip Gebze/Tavşanlı’daki kahvaltı molasında dahi devam ediyordu…
Usumda; moleküller gibi, birbirine bağlı içleri bomboş baloncukların oluşturduğu düşüncesizlikler zinciri vardı… Ne iyi ne de kötü tam bir “hiçsizlik” durumundaydım…
Oysa “doğaylabaşbaşalığı deneyimlemenin” bir bedeli olduğunun, biraz sonra atacağım adımlarla usumdaki boşlukları anlamlandırmayı, varsa yaşamımdaki eksiltilmişlikleri giderebilmenin farkındalığını yakalamam gerekirdi…
Yolculuğumuz dar dönemeçli yollarda devam ediyordu, bir ara dalmışım, araç bir ara havalanma molası için Osmanlı sapağında durdu, dönemeçten etkilenmeyen yok gibiydi…
Araçtan indiğimde baharın yeşilliği ile yüz yüze geldim, tarlalardaki ekinler filizlenmiş, alabildiğine ovalar, ıslak ıslak kokan tarlalar hoş geldiniz diyordu adeta…
Usumdaki içi boş baloncukların birer birer renklendiklerini hissettim…
“İçimdeki rahat çocuk”; yeter artık buradan yürüyüşe başlayalım, şu dönemeçli yollarda gitmeyelim diye tepinip duruyordu…
Sonuçta Tepe Manayır köyüne vardık, Gebze’ye bağlı küçük bir köy, geçimini odun kömüründen sağlıyor… Köye iner inmez köylü kadınların çamaşırlarını iplere astıklarını gördüm, sevinmedim dersem yalan olur, çünkü bu işaret havanın iyi olacağının habercisi idi…
Nazan Hanım, odun kömürü nasıl yapılıyor bir bilen anlatsa deyince, ben de merak ediyordum, gittim kahvehanede bu işin erbabını sordum ve biri, bize yardımcı olacağını söyledi.
Pek meraklı bir şekilde odun yığının etrafında anlatılanları dinledik, oldukça ilginç ve meşakkatli bir uğraşı gerektiriyordu… Beş ton odundan bir ton odun kömürü elde edebilmek için…
Rota grup rehberi Selim Bey; köylüden güzergâh teyidini yaptıktan sonra yola koyulduk, tepeyi aştıktan sonra Koca Dereden karşıya geçerek Hacılı, Göksu istikametine gidecektik… Bir buçuk km. yürüdükten sonra sel nedeniyle Kos kocaman olan Koca dereyi geçemedik, yapılan planda uygulanamaz olmuştu oldu… Selim bey; arkadaşların da fikrini alarak, dereye paralel tepeleri aşarak öncelikle ağıla sonra Hacılı’ya gitmeye karar verdi.
Tepeler sık baltalık meşe ormanı, içine girdiğinizde yürümeye olanak vermiyor, bir de dikenli sarmaşıkların tuzağına düşerseniz yandınız…
Ağılın yamacında verilen mola sonrası yürüyüşe devam edildi... Bu tepe diğerlerine oldukça hâkim bir konumda idi, yürüyeceğimiz maden ocağına kadar olan araziyi kendi kendime değerlendirdim, belki lazım olur dedim…
Yürüyüşe kısa bir mola Pınar da verildi. Pınardan sularımızı içtikten sonra yol üçe yöne ayrılıyordu, burada Selim Beye şayet sık meşelik tepelik alanlardan devam edersek, hem zorlanırız hem de karanlığa kalırız dedim, bu yol yerine iki tepe sonrası boyun bölgesinden aşağı Maden ocağına inebiliriz diye tahminimi söyledim.
Önde hızla yürüyorum, yerde patika ararken, aman Allahım! Ne göreyim, ağacın dallarına boynuzlarından asılmış ve orada iskelet halindeki asılı duran koçu görünce öylesine şaşırdım ki… Doğrusu şimdiye kadar böyle bir durumla karşılaşmamıştım…
Kim, neden asmıştı veya kurban etmişti, bu hayvanı?
Bu “ŞAŞIRTICI KARŞILAŞMA” bana birden antik çağda ölü rüzgârı canlandırmak için tanrılara kurban edilen adakları aklıma getirdi…
İki tepenin çöküntü yaptığı boyun bölgesinden, çatak(derenin küçüğü) boyu ilerleyerek dere kenarındaki maden ocağına kolayca indik…
Koca Derenin, yağan yağmurun da etkisiyle İlkbaharın coşkusunu yaşadığı gürül gürül akışından belli oluyordu. Bu coşkuya bizde katıldık, terimizin ıslaklığı derenin serinliğiyle birleşince içimde bir huzur hissettim.
Artık usumdaki boşluklar teker teker anlamlaşıyordu: İşte bu noktada yaşamda ki eksiltilmişlikler; her bir çiçeğin, otun, ağacın sürgün veren taptaze filizleri ve çağlayan Koca Derenin gürül gürül sesi ve serinliğiyle doluyordu…
İşte ilkbaharın karanlık ve ıslatan yağmurlu sabah saatlerinden sonra bu ilk aydınlık saatlerinde bu güzellikleri deneyimleme olanağı veren Ulu Tanrıya şükretmemek anlamsız olurdu…
YAŞADIKLARIM, YAŞAMDA TEK DÜZE BİR AKIŞ OLMADIĞINI, ENGELLERLE, İSTEMİMİZ DIŞINDAKİLERLE DOLU OLDUĞUNU…
HATTA AYRINTILARDAKİ GERÇEĞİN BİLDİĞİMİZ, YILLARCA ALIŞKANLIK HALİNE GETİRDİĞİMİZ GERÇEĞE HİÇ Mİ HİÇ BENZEMEDİĞİNİ KANITLIYORDU…
Bundan 250 yıl önce yaşayan: İnsanın doğadaki varlığını, yapısını, bitkilerdeki değişimi, toprakla bitkilerin birlikteliğindeki doğa özelliklerini bilimsel çalışmalarıyla ortaya koyan ünlü bilge edebiyatçı Goethe’nin de söylediği gibi; BELKİ YAŞAMIN DOLAŞIMINDAKİ “ŞAŞIRTICI KARŞILAŞMALAR” BİZE ÖZELLİKLE KENDİMİZİ ÖĞRETECEKTİ… BELKİ DE İNSAN, KENDİNDE ÇOĞALINCA DÜNYAYA GENİŞ AÇIDAN, DAHA BİR “HOŞGÖRÜ”YLE BAKABİLECEKTİ…
Birden, Goethe’nin “hoşgörü” düşüncesinde; kendisinden yaklaşık 550 yıl önce doğan düşünce akımıyla devrine ve
sonrasının insanlarına din farkı gözetmeksizin yaşama sevincini “hoşgörü” sentezi ile yerleştiren “Mevlana”nın etkisi altında kaldığını anımsadım…
Nerede kalmıştık! Der gibisiniz?
Düşünce, diğer düşünceyi çağrıştırıyor… Ne yapayım?
Durun söyleyeyim…
Dere kenarında fotoğraf çekimleri, ancak bu kez çok fotoğraf çekemedim. Yazımda da Zühre’nin çekmiş olduğu fotoğraflardan kullandım, kendisine teşekkür ederim. Sonra biraz dinlenme derken Koca dere kıyısından yola koyulduk, bu kez bu bölgede daha önce yürüyüş yapmış olan bir kişi(sanırım Adnan bey) rehbere bundan sonraki yolu bildiğini kendisinin yardımcı olacağını söyledi, onun öncülüğünde yürüyüşe devam ettik…
Ben de yanımdaki bayan arkadaşa; gittikçe derin ve yamaçları oldukça dik vadiye girdiğimizi çıkışımızın zor olabileceğini, belki de geceye kalabileceğimizi, buna benzer bir olayı Eğe Bölgesinde eşimle birlikte yaşadığımızı anlatıyordum…
Hatta bölgedeki yüksek gerilim ve telefon hatlarının yakınında mutlaka bir patika olması gerektiğini buradan da yamacı çıkabilecek bir patika bulabiliriz diye bahsediyordum…
Sonuçta, baş taraftan yol bitti diye bir ses geldi… Grup tekrar geriye döndü, ben tahmin ettiğim yere doğru köpeği de yanıma alarak patika girişi aramaya başladım ve tahmin ettiğim yerde çalılıklarla gizlenmiş belki de yüz yıllar öncesi kullanılan bir patika buldum ve buradan hava kararmadan yukarı tırmandık…
Hava kararmak üzere iken Hacılı’ya vardık.
Doğruca köy kahvesine burada çay ve dinlenme sonrası Şile üzerinden İstanbul’a dönüyorduk: Araçta, Uğur Bey yapılan toplam masrafın 400 YTL, olduğunu bunun 350 YTL, sinin araca verildiğini diğer bölümü ile çay masrafının karşılandığını söyledi… Bu yolculuğun maliyeti: Adam başı 15YTL idi…
Şaşırmadım dersen yalan olur, bugün şaşkınlık günümdü…
Yeni bir yürüyüş grubu olmalarına karşın şeffaf kurallarını devam ettirebilirlerse ne mutlu onlara…

Bizimle beraber yürüyen Köpeğimiz de Hacılı’da kaldı, çok kısa bir süre içinde mutlu bir sona erecek beraberliği sanırım yakalayacaktır…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ

11 Şubat 2008

GÜRMÜZLÜ-KARASU VADİSİ-SANSARAK YÜRÜYÜŞÜ

DÜNYA BİR GÜNDÜR O DA BUGÜNDÜR
BİR GÜN BANA SORARLARSA
NEREYE KADAR DİYE,
PAYIMA DÜŞEN NE İSE
ONA BAKARIM
ONA TAPARIM
ONU ANLARIM,
EY SEVGİLİ, BİR GÜN
HÜZÜNLÜ BİR MELEK
YOLUMA ÇIKARSA,
MESELA BİR SİMYA HIRSIZI
KUCAKLAR TAŞIRIM ONU
YAŞAM NEDİR Kİ…
GÜNAYDINDIR, EY SEVGİLİ
GÜNAYDIN BAŞAKLAR
BAHÇEDE GÜLÜMSEYEN GÜLLER
DENİZ DİBİNDEKİ YOSUN
HAVADA GÖZLEYEN BULUT
MİNİK BALIKLAR…

ÜNAL ERSÖZLÜ(GENÇLİĞİN DÜN GECESİ)


INGALAYAN OĞLAK YAVRUSUNUN SESİ

Şubat’ın karalar bağlamış görünümü; kişide, kederlere, umutsuzluğa sürükleyecek bir daha da o sürüklenen yerden hiç çıkamayacakmış gibi bir his uyandırıyor.
Bu karamsar hava; nereye kadar devam edecek diye düşünmedik değil…
Üzerimizdeki mahmurluğu; Eskihisar’dan bindiğimiz araba vapurunun güvertesinde, martıların çığlıkları tepemizde patladığında atabildik diyebilirim…
Aynı zaman tünelinde gibiyiz, bir farkla ait olduğumuz bir yerden değil yabancı olduğumuz bir yerden ait olduğumuz bir yere gidiyormuşçasına…
Bizi ürperten dünden kalmışlıkların hesaplaşması yerine:
Usumuza, bağdaş kurup oturacak tap taze heyecanların ve dipdiri düşüncelerin peşinde koşturacak, belki de yeni haftanın muştusu olacak imgesel oluşumlarım peşindeyiz…
Yalnız bu yaşanacaklar ne benim ne de eşimin kontrolünde değil, tamamen rastlantısal olacak…
Atilla kaptan, bir buçuk aylık yokluğunun acısını çıkartırcasına virajları, rampaları ardımızda bırakarak yol alıyor.
Sağımızda İznik Gölü, zeytin ağaçları arasından bir görünüyor bir kayboluyor derken İznik’teyiz.
Bu denli temiz bakımlı bir kasaba göremedim dersem yalan olmaz.
“Makedonya Kralı Büyük İskender zamanında M.Ö 316 yılında kurulan ve tarih öncesi medeniyetlere ev sahipliği yapan İznik; her medeniyete başkentlik yapmış…
—M.Ö 279 yılında Bithynia Kralı tarafından ele geçirilen kent sonunda Romalıların eline geçer…
—Roma İmparatorluğu 476 yılında ikiye ayrılınca; daha sonra “Bizans” adını alacak, Doğu Roma İmparatorluğu toprakları içinde kalır…
Türk’lere başkentlik yapmış mı? Diye bir soru soran var galiba?
—Evet, yapmış…
—Ne zaman?
—Selçuklular zamanında: 1075 yılında fethedilir ve 1080 yılında Selçuklu İmparatorluğunun Başkenti olur…
—Ancak 600bin kişilik Haçlı ordusu saldırısı sonucu 1097 yılında şehir teslim alınır ve Bizanslılara teslim edilir.
1204 yılında İstanbul’un Latinler tarafından işgal edilmesiyle Bizans Kral soyu, İznik’e yerleşir ve burayı Başkent ilan ederler…
1331 yılında Orhan Bey tarafından tekrar fethedilen İznik:
I. ve VII. EKÜMENİK KONSİLLERİN toplantısına ev sahipliği yapmış…
İznik, Hıristiyan âlemi açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Zira ilk ekümenik konsil, M.S. 325 tarihinde 218 piskoposun katılımıyla burada yapılmış ve Hıristiyanlık dinine hayat veren ve "İznik Yasaları" adıyla bilinen 20 maddelik karar Senatüs Sarayında alınmış.
İmparator I. Constantinus'un huzurları ile yapılan I. konsil şiddetli tartışmalara sahne olur. İskenderiyeli din adamı Arius'un "Hz. İsa'nın sadece bir insan olduğu ve tanrıdan dünyaya gelmediği" şeklindeki kısa sürede taraftar toplayan tezi, toplantıya katılan piskoposları çileden çıkarır.
Sonuçta; bugün de savunulan Hz. İsa'nın tanrının oğlu olduğuna dair sav kabul görür.
Arius ve arkadaşları toplantıdan kovulur.
VII. ve son Ekümenik Konsil 787 tarihinde İznik'teki Ayasofya Kilisesi'nde yapılır.
Kısacası İznik Hıristiyanlık açısından önemli bir dini cazibe merkezidir.”
Biraz fazla mı tarihe girmiş oldum?
İyi oldu diyenleri duyar gibiyim…
Kenan ustanın yayın balığından yapılmış balık çorbası, pekmezle pişirilmiş kabak tatlısı en ünlü ev yemeklerinden…
Tadına bakmadan geçilmezmiş!
İznik’teki Ayasofya Camii ve Kilisesinin başlayan onarım faaliyetlerini de gördükten sonra aracımızla yolumuza koyulduk: Zeytin ve meyve bahçelerinin arasında kıvrılarak Elbeyli Beldesine buradan 700 metreye kadar tırmanarak Gürmüzlü üzerinden yürüyüşe başlayacağımız sırtlara kadar gittik.
Hemen tozluklar ve yürüyüş için kuşanmadan sonra baltalık meşe tipi ağaçlık arasındaki patikalardan yamacı tırmanmaya başladık.
Siklamenler topraktan başlarını çıkarmaya başlamışlar, çiğdemler henüz uyanmakta…
Gülay’la ilerdeki ağılı görünce öylesine yeni doğmuş bir oğlak görebilmenin ümidine düşmüştük ki…
Ama olmadı… Ağılın yanın dolaşarak geçip ilerledik…
Tepeye yaklaştığımızda rakım yaklaşık 1000 metre idi. Rüzgâr öylesine suratımıza tokadını vuruyordu ki bu duruma rağmen Karasu vadisini ve onun sol ötesindeki Sansarak vadisi çöküntüsünü de kapsayacak şekilde fotoğraflar çektirmeyi ihmal etmedik… Tekrar meşelik yamaçtan aşağı inmeye başlıyoruz, yerde kar yer yer diz boyu olmaya başladı, ancak kar çözülmeye yüz tutmuş… Botlar dayanıklı olmasına rağmen belirli bir süre sonra az da olsa su almaya başladı…
Öğle molası; dere kıyısında eski bir değirmen yanında verildi…
Hüseyin Beyin ifadesiyle, Elmalı Köyü Sığırhisar mahallesi değirmeni, Sansarak Kanyonunun giriş kısmı…
Öğle yemeği, bu kez tahin pekmez… Derenin şırıl şırıl akan suyunun yanında yanan ateş etrafında toplanarak çekilen fotoğraflar, videolar bu anı kalıcı kılmak için gösterilen gayretlerdi… Derenin karşı kıyısı karlarla kaplı ve tepeye kadar da kar görünüyor.
Hüseyin Beyin dizdiği taşlar üzerinden zıplayarak karşıya geçtik…
Birden bire dikleşen bayırı tırmanmaya başlamıştık ki Selim Beyin yardım isteyen sesi, daha önce böylesine bir durumla karşılaşmamıştık… Gurupta iki yeni bayan vardı, kıyafetleri de uygun değildi onlar zorlanmış derenin öteki yakasında kalmışlar, Hüseyin, Ceyhun Bey ve Zuhal Hanım yardım için gittiler… Bizler, Talat Bey ve Beyhan Hanımın eline kalmıştık…
Tepenin sağından yok yok solundan biraz berisinden biraz da gerisinden derken Sansarak Köyü çeşmesine yaklaştık…
Köyü görenler seğirtmeye başladılar ama Talat Beyin Komando nidası vadide yankılandı…( Askerliğini Komando Asteğmen olarak yaptığı belli idi ): ”Hiç kimse beni geçmesin… Elinize birer parça ekmek alın! Saldıran köpeklere verirsiniz… Sakın beni geçmeyin! (Allah yanında çalışanlara yardım etsin diyenleri duymadım dersem yalan olur)
Neyse birerle yürüyüş kolunda yürüyüşe başladık…
—Talat Beyi geçen oldu mu? Der gibisiniz…
—Kim cesaret edebilir ki…
Sansarak köyüne aydınlıkta girmek sanırım şans idi… Çoğu kez sürüler köye dönerken köye girmiş, köyü de ayrıntılarıyla görmemiştim… Kerpiçten evler onlarca yıl önceki özelliğini taşıyor,pencereden merakla bakan köylüler...
Aman Allahım Yürüyüşün başlangıcında düşlediğimiz…
“Usumuza, bağdaş kurup oturacak tap taze heyecanların ve dipdiri düşüncelerin peşinde koşturacak, belki de yeni haftanın muştusu olacak imgesel oluşumlarım peşindeyiz…”demiştim ya!
İşte o an gelmişti… Yeni doğmuş “oğlak” kucaktan kucağa dolaşıyordu.
Gülay’la koşturduk. O kucağına aldığında ben de videoya alma gayreti içindeydim… Baktım göbek bağı düşmemiş, bebek ıngasııııı ile oğlak melemesi arasında bir ses tonu…
Bu yakaladığımız “an” bize yetmişti…
Onu ağıla götürünceye kadar öylesine sevgiyle ve heyecanla izledik ki…
Ya oğlağın annesini sevgisiz bırakmak olur muydu?
Bu güzellikleri köy meydanındaki kahvehane ki güzellikler takip etti…
—Ne mi oldu?
— İznik köftesi ve Serpil Hanımın karalâhana çorbası, kömürde demleme çay… Köy ekmeği… Helva… Daha ne olsun…
En etkileyici olay da Hüseyin Beyin dağıttığı hediyelere köy çocuklarının sevinci idi.
Sansarak Köyünden İznik’e burada küçük bir mola İmren Kasabından köfteler ve zeytin alış verişinden sonra Yalova üzerinden vapurla Eskihisar’a… geçiş ve İstanbul'a varış bu kez oldukça erken oldu...
İnsanın iç dünyasını karartan karanlık hava ile başlayan, göbek bağı düşmemiş bir oğlakla tanışmayla sona eren yürüyüşümüz…
Kulaklarımızda ise; hala ıngaaaa dercesine meleyen yavru oğlağın sesi…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ