26 Mayıs 2008
"BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU" ADLI ROMAN İLE "SEN NE DİLERSEN" İSİMLİ FİLM
Birkaç haftadır, doğadan uzaktayım, Gülay’ın da Ankara da bulunduğu bu süreçte neler mi yaptım?
Aklımda iz bırakan iki şey…
Birincisi; Kızımla baş başa seyrettiğim “SEN NE DİLERSEN” filmi,
İkincisi; Okuduğum “BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU” isimli roman…
Doğrusu bu ikisiyle de edindiğim ve beni ortak düşüncede buluşturan “ŞAŞIRTICI ALIŞKANLIKLAR” edinimimi paylaşmak istedim…
Birincisi; Yönetmenliğini Cem Başesgioğlu’nun yaptığı, Tuğçe için daha da önemlisi, küçüklüğünden beri idolü olan,
Zeynep ablasının (ZEYNEP ERONAT) 2006 yılında Adana Altın Koza ve Ankara Uluslararası Film Festivallerinde ödül aldığı film: Filmi sinema ortamında seyredebilmek için, salonda gerek ışık gerekse ses düzeni ayarlamasında oldukça özen gösterdi… Filmi seyredeli otuz dakikayı geçmişti ki… Sıkıntıdan patladım, hala filmin konusunu kavrayamamıştım… Belli etmemeye çalışıyordum…
Keza kendisini yandan izlediğimde pek keyifli ve filmin içine düşercesine izliyordu… Biraz da onun anlayıp keyif aldığı bu filmi, ben neden anlayamamış ve konuya takılıp kalmıştım…
Film ile Kızımın filmi iştahla izlemesi arasında sıkışmış kalmışken… Daha da duramadım…
Kızım! Ben konuya giremedim, kim hangi rolü oynuyor, parça parça sahneler, kim, hangi sahnede, ne bileyim? Daha çok soru soracaktım ki?
Sözcükler ağzımda kaldı…
Baba! Konuya “takılma” henüz film bitmedi ki, oyuncuların rolüne, makyajlarına, mekâna, görüntüleri çekime alırken kadrajlamaya ve çevreye bak…
Tamam dedim… Dedim de gözüm ekrandaki “SEN NE DİLERSEN” filmindeyken…
İkinci us ekranımda ise; çocukluğumdan beri seyrettiğimiz… Filmler sırasıyla akıp gidiyordu… Sinemada filmi seyretmeye başladığımın ikinci dakikasında sadece ben değil sinemadaki tüm seyirciler… Konuyu çözümlerdi… Ya oğlan ya da kız fakir veya zengin veya tekerlekli sandalyede olurdu, babaları evlenmelerine ya yardımcı olur genellikle de karşı çıkardı… Oğlan kızı kaçırırken kızın babası görecek diye Allahım! Bütün sinemadaki seyircilerle birlikte nasıl bağırır, çığlıklar atardık anlatamam…
Şimdi ise; öyle değil film bulmaca gibi; eskiden olduğu gibi “hazır lob” yok, filme kendini vereceksin, aklında sorunların varsa unutacaksın, hatta tuvalete dahi gidip ara vermeye kalkmayacaksın… Ne demek çekirdek çitleme, kuru yemiş yeme dikkati dağıtırsın…
Sonra da filmi anlamak için başlangıçta gösterilen yönetmenin adında takılıp kalırsın…
Alışkanlıklarımın tersine arınmış bir şekilde seyre daldığımda… Film ortaya çıkıverdi…
Film de, Kızımın dediği gibi, Makyaj da, roller de yerli yerine oturmuştu usumda…
İkincisi ise; İtalio CALVİNO’nun “BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU” isimli romanı okurken edindiklerim…
Yazar, Küba’da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldikten iki yıl sonra İtalya’ya taşınırlar, 1985 yılında hayatını kaybedinceye kadar sayısız ödül alan, bana göre feylesof düşünceli biri.
Romanı da filmde yaptığım gibi dikkatle takip etmez, alışıldık bir roman gibi okumaya kalkarsanız… Roman okuma keyfinizi yitirebilirsiniz…
Öncelikle Kitabı okumaya başlamadan tavsiye edebileceğim… Yazarın da belirttiği… “RAHATLA… TOPARLAN… ZİHNİNDEKİ DÜŞÜNCELERİ KOV GİTSİN. SENİ ÇEVRELEYEN DÜNYA BIRAK BELİRSİZLİK İÇİNDE YOK OLUVERSİN” komutları, koşulsuz yerine getirdikten sonra okumaya başlamaktır…
Eskiden olduğu gibi alışkanlıklarınızın esiri olmuşsanız… Okuduğunuz şeylerin ayan beyan ortada olmasına alışmış bir okur iseniz…
Okumaya çalıştığınız romanı yarıda bırakmak zorunda kalırsınız…
Ben de yarıda bırakmaya ramak kalmak üzere iken; yazarın verdiği telkinlere- aynı kızımın filmi seyrederken verdiği taktikler gibi- uyarak okumaya başladığımda kitabın nedenli ustaca yazıldığını anladım…
Nasıl mı? Yazar sana roman kahramanı rolünü benimsetiyor… Kahraman, erkek okur sonra kadın okur… Romanı yazar değil sen yazıyorsun hayır…hayır hem de Sen oynuyorsun…
Tek düze bir anlatım yerine birbirine benzemeyen konularda ve yazarların yazdığı on adet roman girişi diyebilirim…
Romana başladığım da deneme tadında demiştim, sonra öykü yok yok roman, inceleme ne bileyim? Tüm edebi yazı türleri usumdan aktı gitti tanımlayamadığım… Ayrı tat ayrı bir lezzette, daha önceleri yemediğim yemek, görmediğim doğa tadında bir eser idi…
Öylesine şaşırmıştım ki… Tekrar tekrar yazarın kendi romanı ile ilgili eleştirilere verdiği cevabı okudum…
Bildiğimiz veya öğretilen yıllarca gerçek haline getirdiğimiz “ALIŞKANLIKLARA” hiç mi hiç benzememe karşısında… Yine şaşırdım…
Böylesine düşüncelere nasıl ulaşabiliyorlardı… Onun alışkanlıkları yok mu idi?
O kendisini şaşırtmaktan keyif almış… Ama beni de şaşırtmıştı bir bilinmeyen türle…
Aklıma bir yazarın şu cümleleri geldi…
KENDİNİ YAPACAKLARINLA ŞAŞIRTACAKSIN…
SONRA DA BU HAYATIN NE KADAR İÇİNDESİN,
ONU DÜŞÜNECEKSİN…
Tüm bu okuduklarım; inanın, kendini doğada yönünü kaybetmiş bir doğa gezgininin veya dağcının yönünü bulmada ki gayretini anımsattı…
ŞAŞIRMA, HEYECAN, MÜCADELE VE YENİ DENEYİMLER EDİNME...
MEHMET YÜCEBİLGİÇ
26MAYIS2008
4 Mayıs 2008
YÜREĞİMDEKİ DEĞİŞİM SANCISI
“Yüreğimde sancı var…
Sarıl bana…
Beni biraz anlasana”…
Şarkı sözlerinden bir tutam…
Kendinizi şarkının sözlerine kaptırdığınızın farkına vardığınızda hemencecik diğer farkındalıkların kapısını açıverirsiniz…
Ben, şimdiye kadar bu tür şarkıları dinlemezdim… Dinlemezdim dediğiniz yıllar, sanki dün gibiymiş gibi de yakın geçmişi düşünüverirsiniz…
Oysa yıllar, geri de kalmıştır da şimdi, bir şarkı sözüyle, yirmi beş, otuz yılı kısa bir süre gibi düşünüverirsiniz… Neyse sizi de kendim gibi süreye takılı tutmayayım…
Dinlemezdim de ne oldu bana, şimdi dinler oldum?
Hem de yüreğindeki sancıyı, yüreğimde hissediveriyorum…
Dediğiniz… İşte bu “an”: Aramaya başladığınız “kendinizi bulmaya” başladığınız, kurguladığınız “değişimin”; toprağı yırtarcasına delmeye ve yüzünü güneşe göstermeye başladığı, “sevdiğiniz” ama onun “size katlanmalarını alışkanlık” haline getirdiğiniz “aşkınızı” tekrar fark etmeye başladığınız “an”dır…
Değişim… Evet değişim sancısını yüreğinizde hissetmeye başlıyorsunuz ama… Henüz emekliliği yaşıyor veya hassas ve kırılgan bir yapıya sahipseniz: Usunuzun arka bahçesindekiler size uygulama fırsatı verir mi?
Yıllardır, peşinde koşuşturduklarınız, gerçekleşmeye çalıştırdıklarınız, anlamaya bile gayret göstermeden ya da size bu böyle yapılır dedikleri için yapmak zorunluluğunda olduğunuz… Var olma gayretkeşlikleriniz…
Tüm bunlar; kendi sosyal ve ekonomik yeterliliğiniz için… Anneniz babanız… Sonra eşiniz… Sonra da çocuklarınız… İçindi…
Geçmişteki tatil, bayram, anneler, babalar, sevgililer veya doğum günlerini; yaptığınız işin, öncelik alması nedeniyle ıskalanan günler olarak hatırlarsınız.
Ya da kendi annenizin anneler gününü, çocuklarınızın bayramını kutlamadan; zorunlu olduklarınızı, öncelikle kutladığınızı hatırladığınızda kendinizi hayıflanırken buluverirsiniz…
Ohhh deyişinizi ve içinizi çeker gibi bir haliniz olduğunu görür gibiyim…
O zamanlar temel düşünce; yaşamınızın büyük bölümünü hep birilerinin- çalıştığınız kamu kurumu olsa dahi- isteklerine göre hatta kendi eş ve çocuklarınızın da istek ve arzularını yönlendirmeler sarmalında yönlendirmeniz kaçınılmaz idi… Bunlara bir de anne ve babanızın ve yakınlarınızın dileklerine göre ayak uydurmayı eklerseniz…
Kendiniz gibi eş ve çocuklarınızın da istekleri hep askıda kalacaktır…
Şimdi artık… Bu yaşanmışlıkların tekrarını asla ve asla istemiyorsunuzdur…
Çok ilginçtir… Tüm bu düşünceleri düşünmüş ve yaşamış olmanıza karşın birden bencilleşiveriyor…
Özellikle Eşinizden, çocuklarınızdan kendi düşüncelerinize göre davranış göstermesini bekler duruma düşüveriyorsunuz…
Ne garip bir çelişkidir… İki ruhlu bir hal içinde gibisinizdir…
Ben yaptım… Şimdi onlar da yapsınlar düşüncesi…
Kendinize yapılanlar ile kendinizin yapmak istedikleri ve istemedikleri arasında sıkışmış bir haldesinizdir…
Kendinizi de, yağmurda ıslanmış burnunuzdaki damlacıkların yere düşmesiyle birlikte o damlacıkla birlikte yerin bin fersah dibine gitmiş gibi hissediveriyorsunuz…
Bu alışkanlık haline gelmiş veya sarmalında yaşanılan duygu ve düşüncelerin tutsaklığından kurtulmanın nedenli zor olduğunu sanırım anlatabildim…
Oysa… Bu öyküye dönüştürecek anlatımlar sadece ve sadece kendinizi haklıyım dedirtecek anlatımlardan uzak, belli bir dünya görüşünü dayatmadan sadece bir sarmaşığın dalları ve yapraklarının birbirine sarınarak büyümesi gibi özgün ve öz gelişimine özen gösterecek hassasiyette olması gerekecektir…
Ne mutlu alışkanlıklarının ve özverilerinin tutsağı olmayanlara ve bu değişimde kendilerine benim sahip olduğum gibi yardımcı olacak “can dostu” bulunanlara…
Sana çok teşekkür ederim…
Benim biricik aşkım ve çocuklarımın annesi…
Anneler günün kutlu olsun… Nice anneler gününü beraberce kutlama dileğimle…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
04 MAYIS 2008
25 Nisan 2008
TUZLA-KARAGÖL-BELENGERME-BELPINAR KÖYÜ YÜRÜYÜŞÜ
…
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,
Yoksa değersiz olan hep sen olursun
…
Hem kızdım hem güldüm halime.
DOĞANIN BAĞRINDA BAHAR TEMİZLİĞİ
Gülay’la birlikte, bu hafta sonu öylesine Baharla kucaklaştık ki, usumuzdaki düşüncelerin hangisinden başlayacağımıza karar vermekte güçlük çektik… Öyleyse düşüncelerimizi ayrı ayrı aktaralım dedik…
Gözümün önünde; kare kare fotoğraf makinanım kadrajındaki doğanın yansımaları, kulağımda; Karaçay vadisinin derinliklerinden gelen gürül gürül çağlayan “Kara Çay”ın coşkulu sesi… Keklik gibi seken hiçbir kareyi atlatmak istemeyen sevgili Gülay’ın, Mehmet deyişleri…
Düşme sonucu, parmağım kırıldıktan sonra iyileşme dönemini öylesine iple çektim ki anlatamam… Kuşkusuz tam da iyileşmedi ama…
Bu süreçte, yine bu köşede anlattıklarımı okuyanlardan… Öylesine içlerinin seslerini yansıtan, geçmiş olsun dileklerini belirten elektronik postalar aldım ki anlatamam… Hepsine teşekkür ediyorum…
Seksene yakın “Ayakizleri” doğa tutkunu… 20 Nisan 2008 günü tam üç midibüsle Belpınar Köyü yollarındayız… İzmit’e varmadan verilen küçük bir molayı, grubumuzun lojistik Destek Merkezi Ali Fuat Paşa’da büyük mola takip etti…
Sakarya Nehrinin coşkulu akışı bizlerin üzerindeki yol mahmurluğunu da alıveriyordu… Nehir kıyısındaki çay bahçesi Ayakizleri ile dolu verdi… Tarihi köprüye ve sabah güneşinin Sakarya nehri üzerindeki renk cümbüşünü seyrede seyrede çaylarımızı yudumladık… Gruba yeni katılanlarla dostluk kurulurken uzun zamandır görüşemediğimiz dostlarımızla hasretlik giderdik…
Güneşin sabahın bu erken saatindeki, sarı sıcağı yapılacak yürüyüşün zorlu geçeceğini düşündürüyorsa da daha çok “lay lay lom” türü bir yürüyüş planlandığı için pek üzerinde durmadık…
Ama bir gün önceden Gülay’la, ilk etkili güneşli bir yürüyüşümüz olacağı için sabah yüzümüze güneş kremi sürmeyi ve uzun kollu tişört giymeyi ihmal etmedik…
Tadına doyulmayan çay keyfinden sonra Kapı Orman Dağlarında kıvrıla kıvrıla yol almaya başladık… Taraklı ilçesinin, Tuzla Köyüne vardığımızda bindiğimiz Atilla kaptanın midibüsü makaslar kırıldığı için daha ileri gidemedi… Bu köyde köylülerle yarenlik yapıp, çocuklara hediyeleri verildikten sonra Kara Göle bir grupla yürüyüşe başladık, diğer grup da sağlam araçlarla yola koyuldular…
Yokuş yukarı yürümeye başladık ama bu nasıl sıcaktır… Arkamızda Hüseyin Beyi traktörle gelirken gördük yoldakilerden isteyenleri toplayarak ilerliyor… Baktım Gülay traktöre binmiş ben durur muyum?
Doğruca traktörün tepesindeyim… O tozlu topraklı böbreklerdeki tüm taşları döken yolculuk var ya öylesine keyifliydi ki videoda izlemeye değer sanırım…
Kara Göl Yaylası çam ağaçları ile bezenmiş yamaçlarına geldiğimiz de mola veren büyük grupla karşılaştık ve molaya katıldık.
Yürüyerek gelenleri çam ağaçlarının serin gölgesinde bekledik, bu anı fotoğraf çekmeden değerlendirmemek olur mu? Doğa her yanının fotoğraflanmasını ister bir halde… Biz de bu isteğe uyuyoruz…
Mola bitip yürüyüşe başladığımızda Kara Göl yemyeşil çayırlar içinde tepelikleri çamlarla kaplı… Yaylacılar henüz yok… Az ilerde koyunlar kuzular meleşiyor… Bir de ne göreyim çocuklar sürünün peşinde koşturuyorlar, içlerindeki kuzuları yakalayıp sevecekler sandım… Ama bunlar bizim Ayakizleri’nden “içlerindeki çocukları” tutmak isteyen bir türlü tutamayan Emrah Ateş ve Sevgili nişanlısı ve Torosların kızı “İlayda”…
Derecikleri atlaya zıplaya geçiyoruz… Karşımızda köknar ve diğer çam türlerinin ve kayın ağaçlarının bol olduğu bir orman ve burada öğle yemeği molası verildi…
Yemek helva ekmek en önemlisi Sevcan'ın yaptığı kısır… Güne damgasını vurmuştu… Mola sonrası Belengerme Boyun bölgesine kadar adeta çimler üzerinde yürüdük… Sanki tartan bir pist… Rengârenk çiçekler… Bizim coşkumuza coşku katan… Ya o sevimli kuşların hiç tükenmeyen melodileri…
Belengerme’deyiz kışın karlarla kaplı bu bölgede yine mola vermiştik… Bu kez doğal çayırlar üzerine Gök tepeye karşı öylesine serildik ki…
Neye benzetilirse benzetilsin veya ne tür haşerat olursa olsun üzerlerinde… Umurumuzda değil…
Ruh ve bedenimiz; yemyeşil doğanın bağrında “bahar temizliği” yapıyordu… Adeta arınıyorduk…
Usumum kovuklarında beni rahatsız eden o guguk kuşu gibi kafasını uzatan “takıntılardan” öylesine uzaktayım ki… Beni rahatsız edecek hiçbir düşünce kırıntısına yer yok… Hiç birine yer yok yemyeşil deryada…
Doğa, tüm gücünü öylesine sımsıkı elinde tutarak kulaklarımıza fısıldıyor ki…
Zihninizde ki engelleri temizleyin, bundan böyle: Kaygılara, korkuya, acıya, sizi sizden alıp da karamsarlık ülkelerine götürecek tüm düşüncenizi bu çayırlıklara dökün ben onları yağdıracağım yağmurlarla derelerden, çaylardan aşağılara süpüreceğim…
Onların yerine “bedenimden” sevgi, hoşgörü, kucaklaşma, paylaşma, gülücükler alın… Bedenlerinize yerleştirin ve gülücükleri çevrenize saçın, belki farkına varıp da bu gülücüklerden yararlanan olur… Der gibiydi…
Ayakizleri “BELENGERME” bayırlarından öylesine KARAÇAY VADİSİNE akıyordu ki… Vadi boyu kulaklarımdaki, çayın gürül gürül su ve çam ağaçlarının üzerlerinde şakıyan bülbül sesleri hala çınlıyor… Yeşilin tuvallerde bulunmayan tonlarını kaçırmayayım diye nasıl da koşuşturuyor… Sevgili Gülay…
Belpınar köyüne yaklaşıyoruz… Tarlalarda hafta sonu tatiline aldırmadan çalışan köylüler, tarlalarda hayvanlarını otlatan kadınlar, ormandan katırlarına odunlarını yüklemiş yanımızdan selamlaşarak geçen gençler…
Çitlere dayanmış bizlere uğurlar olsun dercesine başlarını sallayan katırlar…
Küçük bir derecik geçilecek; Ali Çelik yeni yürüyenlere de öncülük olsun diye ilk önce o geçmeye yeltendi… Aman Allahım! Basar basmaz bacağının hepsi bataklığa gömüldü kıpırdadıkça gömülüyor… Selim koşturarak hareket etmemesini söyledi ve kendisini çekerek çıkardı… Bereket kırık çıkık yoktu…
Lay lay lom da olsa yürüyüşten dikkatinizi ayırdığınız zaman hiç af yok…
“Doğa kendisinden başka hiçbir şeyin düşünülmesini istemiyor… Tek odaklanacak düşünce o da “doğa”…
Yürüyüşümüze zaman zaman bahar dalları eşlik ediyor… Elmalar, kirazlar, erikler çiçeklerle dop dolu…
Köye giriyoruz… Okulda çocuklara hediye dağıtılıyor… Ortalık cıvıl cıvıl Köy Muhtarı ve eşi Ayşe Hanım Ayakizlerine neler hazırlamamışlar ki… Barbunya, tarhana çorbası, yaprak dolması, revani, köy ekmeği, pilav, köy yoğurdu… Grup bayanlarının yaptığı salata…
Kahvehanenin önünde mangallar yanıyor… Sucuk kızartılacak… Ziyafet olağanüstü…
Köyde yanan evin sahibine katkı olsun diye, temin edilen para da Hüseyin Bey tarafından verildi…
Yemek sonrası; köy çocuklarıyla oynanan oyunlar… Tek kale maçlar dahi… Gülay’la birlikte daha önce ekmek yaparken kısa filmini çektiğimiz köylülerle yarenlik yapmak da eksik kalmadı… Tüm bunlar… Köye renk katmıştı… Neşelenmişti… Köydeki tüm çocukların yüzleri gibi “AYAKİZLERİ’NİN de…
Atilla Bey aracını onarıp gelince noksanlığımız da kalmamıştı. Artık yol alma zamanı gelmişti…
Üç araç, dağların dar ve dönemeçli yollarında döne döne aşağı vadi tabanına doğru alçalıyor… Bundan sonrasını bakalım Gülay nasıl anlatacak...
Arabada; fıkralar, şarkılar, türküler; başrolde İlayda ve ona eşlik eden arkadaşlar olmak üzere kırıla gitti… O kadar neşeli ve ahenkli bir şekilde dönüyorduk ki midibüs durunca Ali Fuat Paşa’ ya geldiğimizi anladık…
Hemen yine Sakarya Nehrinin kıyısındaki kahvehaneye oturduk ve sohbetler, gelsin çaylar, espriler, kahkahalar derken yine vakit nasıl geçti anlamadık… Zaten akan nehrin sesi harika, insan oradan hiç kalkmak istemiyor… Ama yolcu yolunda gerek dedik, tekrar toparlandık arabalara bindik eğlenceye devam… İzmit yakınlarında bir benzinlikte mola verene kadar iyi idik… Mola sonrası herkese bir ağırlık çöktü zaman zaman şekerlemeler yaparak ara ara konuşarak derken İstanbul‘a geldik.
Artık vedalaşma zamanı gelmişti… Atilla Bey, sabah topladığı gibi sırasıyla bindiğimiz yerlere bıraktı ve evlerimize döndük.
Çok mutluyduk, günümüz çok güzel geçmişti, ilk işimiz makinadaki fotoğrafları bilgisayara yükleyip bakmak oldu ve baktıkça tekrar günü baştan yaşamış gibi olduk ve hala bu gün bile Mehmet’le konuşuyor arkadaşlarımızın kulaklarını çınlatıyor, hatırladığımız bazı şeylere gülüyor ve yazıyoruz… İyi ki gitmişiz, yeni arkadaşlarla tanıştık, önceden tanıdığımız arkadaşları özlemiştik onlarla da hasret giderdik dolu dolu yaşadık darısı bir daha ki sefere.
Hayat yaşanmaya değer yeter ki yaşamayı bilelim, beklemeden sevelim elbette bizimde sevenimiz olur…
Sağlıklı, mutlu, neşeli, canlı hayat dolu insanlar olarak yaşayalım.
Mehmet ve ben doğanın tadını çıkaralım diyoruz ne dersiniz? Bunu sizlerle paylaşmak çok hoş…
Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ
3 Nisan 2008
MELEN ÇAYI VADİSİ YÜRÜYÜŞÜ
Bahar, yalvarırım çek git işine!
Salma üstüme çiçeklerini,
...aklımı çelme!
Her sabah çimenlerin çiyden ürpererek uyanıyor bahçemde;
sonra güneşle oynaşıp tütsülenmiş gibi buğulanıyor.
Ne zaman sokağa çıksam badem ağaçları salkım saçak çiçek...
Kavaklar kıpır kıpır, ıslık ıslığa meltem...
Kırda dayanılmaz bir kekik kokusu, toprakta türlü çeşit börtü böcek...
Yapma bunu bana bahar,
Böyle üstüme gelme. Zaten damarlarımda zor zapt ediyorum kanımı...
Çoktan cemreler düşmüş beynime, yüreğime...
Kalbimin buzları erimiş.
Göğüs kafesimde ne idüğü belirsiz bir kıpırtıyla geziyorum nicedir...
Bir de sen çıldırtma beni...
Krizdeyim ben...
Tembelliğin sırası değil, uyamam sana...
Al git serçelerini sabahlarımdan, çağlalarına, kokularına hâkim ol.
Meltemlerine söyle, deli gibi ıslık çalıp sokağa çağırmasınlar beni...
Bulutların üşüşmesin başıma...
Girme kanıma benim...
...yoldan çıkarma.(DEVAM EDECEK)
CAN DÜNDAR
MELEN ÇAYI VADİSİ YÜRÜYÜŞÜ
Günlerden 30 mart2008 saatlerin bir saat ileri alındığı ve sabah bir saat daha erken kalkıldığı gün…
Bu kez Zirve Dağcılık kulübü üyeleri ile Melen Çayı Vadisinde yürümek için yola koyulduk.
Daha önce görmediğimiz ve yürümediğimiz bir parkur… Ama rafting yapanlardan bir de İstanbul’un suyunun getirildiği çay olduğu için çok sık işittiğimiz bir yer…
Her bilmediğimiz doğa yürüyüşünde olduğu gibi nasıl bir doğa güzelliği ile karşılaşacağımızı düşleyerek… Araç yolculuğumuz Dokuzdeğirmen köyünde sona erdi… İlk intiba tertemiz ve bakımlı bir köy… Burada hazırlıklarımızı yapıp Melen Çayının üzerindeki köprüden geçerek yürüyüşe başladık… Yürüyüş rehberimiz Muhittin ve Alâeddin Beyler Yürüyüş ilerledikçe Melen çayı vadisi yeşilliklere bezenmiş bir halde karşımıza çıkmıştı… Yer yer tuvalden fırlarcasına bembeyaz ve pembe çiçekleriyle yeşile ayrı bir anlam katan baharı muştulayan ağaçlar…
Etrafı çitlerle çevrilmiş ahşap evler; yüz yıllardır aynı geleneği sürdürüyoruz, geleneğimize bağlıyız dercesine bir biri ardına önümüze çıkıyor… İçlerinden bak ben çağdaşlığı da yaşıyorum geleneğimi de sürdürüyorum diyen; kerpiçten ama uydu anteni bulunan, bacası tüten kulübe içindeki olumlu sımsıcak şefkatini üzerimize yansıtıyor… Köyler küme küme değil Karadeniz usulü yol boyunca tespih tanesi gibi dizilmiş…
İçlerinde betona bulanan evlerde yok değil… Tuğla ahşap karışımı evler daha başka bir his uyandırıyor üzerimde… Tabii ki “ahşap evler” nedense içimde daha başka bir his uyandırıyor… İçime yarı hüzün yarı sevinç dolu kıpırtılar serpiştiriyor, bir de bu hissimi; bacasından tüten tezek veya odununun kokusu tütsülüyor… Gülay adeta serçe gibi sekiyor; kıvrıla kıvrıla tüm masumiyetini sergilercesine Melen Vadisi içinde akan Melen’in ta! Kendisi ile yatağının tüm güzelliklerini usuna ve fotoğraf makinasına kaydetmek için… Tüm dikkati Melen Çayına dökülen küçük dereciklerde idi… Dereciklere baktığımda; ne denli berrak ve duru olduklarını gördüm… Kendi bedenlerinde, çevresindeki doğanın tüm güzelliklerini güzellik katarak yansıtıyorlardı… Hiçbir aşırılıkları, böbürlenmeleri yoktu, hoşgörü ve ağırbaşlılık içindeydiler… Sadece biri değil tüm derecikler aynı sadelik ve durulukta idi…
Gülay bu sadelik ve duruluğun peşinde mi idi? Uysal mı uysal Melen Çayı: Karadeniz’e dökülmeden dereciklerle gücüne güç katıyor, gücüne güç kattıkça da; duru rengi çamur rengine dönüşüyor, bünyesine kattığı derecikleri de kendi rengine benzetiyordu,gücü arttıkça da düşünme yeteneğini kaybetmiş, ne oldum delisi olmuş, alçak gönüllüğünü unutmuş, gücünün sarhoşluğundan ne tarafa akacağını bilemez bir halde, yatağına sığamaz, yasa tanımaz bir dünyalı kılığına bürünüyordu…
Geçit vermeyen yerlere köprüler kurulmuştu... Karşı yakaya geçebilmek için...
Yürüyüş grubumuza misafirler dâhil oluyordu, doğanın esas sahipleri, Gülay’ın sadık dostları, köyün köpekleri bizlerle yürüyüşe devam ediyorlar…
Birden gökteki aydınlık yerini puslu ve bulanık bir havaya bıraktı ve yağmur çiselemeye başladı… Bu kez yokuş aşağı iniyoruz fındık bahçeleri arasındaki patikalardan aşağı birden “rafting yapanların” fotoğrafını çekeyim diye hızlandım…
Ama kendimi öylesine yere yapışmış buldum ki Gülay’ın yardımıyla kalkabildim… Sol elim hiç böylesine uyuşmamış ve ağrımamıştı… Parmaklarımı incelediğimde serçe parmağımın şeklinin eklem yerinden bozulduğunu fark ettim, molada Gülay’dan ilk yardım çantamdaki antienflamatuar merhemle parmağımı yerine oturtmasını ve bunu yapabileceğini söyledim… Birkaç asılmadan sonra yerine oturduğunu hissettim… Parmak yerine oturmuş rahatlamıştım ama… Sanki içinde bir parça fazlaymış gibiydi… Ağrıyı ve ödemi azaltmak için iki ilaç aldım… Gülay’ın yanımda bana moral vermesiyle; kırıldığını sezinlediğim parmağımın acısını: Büyük bir keyif öncesinde tadılması zorunlu denemeler olarak algıladım, yeni gördüğüm ve bastığım yerlerden de keyif alma zamanıydı… Güvensizliğe, endişeye, korkuya ve öfkeye gerek yoktu…
O halde mola sonrası sol koluma taktığım kalın bir eldiven ile yürüyüşe devam etmeliydim… Yağmur altındaki yürüyüşümüz; yer yer Melen Çayının kenarındaki geçit vermez, zorlu cangıl ormanları ve kayalıklarında zaman zaman da yemyeşil fındık bahçeleri arasında sürdü…
Uzaktan ahşap evleri gördüğümde yine içimdeki sevinç yumağı açılıvermişti… Öylesine kendimden geçmiştim ki kaç ahşap evin fotoğrafını çekmiştim? Hem çekiyor hem de içinde yaşayan var mı yoksa terk edilmiş mi? Diye içlerine bakıyor oturanları gördüğümde selamlaşıp içimden Oh çekip… Seviniyordum…
Peşi peşine Dokuzdeğirmen, Harmankaya, Büyük Melen köyleri geçilmiş… Şimdi ise… Beyler köyünde idik…
Modern bir kahvede çaylarımızı yudumlarken… Dikkatimi “fındık sobası” çekiyordu…
Gülay da ben de “Melen Çayı ve Vadisi” gibi “fındık sobası”nı da yeni görmüştük…
Genellikle acılar ve zorluklar kişinin düşüncelerini kışkırtır diye söylenir...
İnanın bana yazdıran ise doğa sevgisi, o güzellikleri tekrar yaşama isteği...
Şimdiden geçmiş olsun dileklerinizi duyar gibiyim...
Teşekkürler...
Mehmet YÜCEBİLGİÇ