3 Haziran 2008

SULTANPINAR(ADAPAZARI)-SÜLÜKLÜGÖL(BOLU) GEÇİŞİ

“İŞTE ÇOK UZAKLARDA OLSAM DA SÖYLÜYORUM SENİ SEVDİĞİMİ,
VE GÜNLER GEÇTİKÇE BENİ NASIL DEĞİŞTİRDİĞİNİ,
KENDİMİ KABUL ETMEME NASIL YARDIM ETTİĞİNİ VE
ŞUNU DA UNUTMAYACAĞIM EKLEMEYİ,
AŞK ASLA BOŞA GİTMEZ, HATTA OLSA BİLE ZOR AŞK.”
BOB FRANKE


GÜLDÜREN, KEYİF VEREN AĞRILAR VE ACILAR…
— Telefondaki ses; soruyor… Dünden bugüne(02Haziran) nasılsınız, sanırım benim gibi sizin de her yanınız ağrıyordur…
— Ben de; ağrımaz olur mu? Özellikle baldırlarımdan ayak parmaklarıma kadar kaslarım ayağımı kaldırmaya engelmiş gibi…
— Ama Gülay’la birlikte hem kahvaltı yapıyor hem de gördüğümüz doğa güzellikleri ile birlikte bizi etkileyen olayları anlatıp gülüyoruz…
—Üçüncü bir kişi olarak sen de; dayanamayıp kusura bakma ben de konuşmana istemeden kulak misafiri oldum… Kiminle konuştuğundan daha çok… Beni en çok “şaşırtan” şey, ne oldu biliyor musun?
— Ben de; hiç umursamaz bir şekilde… Hayır deyiverdim.
— Sen de; ikinci kez şaşırmış bir şekilde, ağrı üzer, kişinin yüzünü ekşitir, hatta ağlatır, karamsar duygu seline kaptırır, pişmanlık duygularından sonra bir daha yapmamaya yemin ettirir…
Oysa görüyorum ki hem sen hem de eşin; ayaklarınızın üzerine basmakta zorlanıyorsunuz, yüzünüz somurtma yerine keyifli… Üstelik kahkaha da atıyorsunuz… Hem acı hem de gülüş… Bu nasıl keyiftir, beni esas şaşırtan da bu oldu…
—O zaman ben; seni daha da fazla merak içinde bırakmadan dünkü doğa yürüyüşümüzü anlatayım…
—Sen; canı tez bir şekilde atılıveriyor, sözüme başlamadan yine devam ediyorsun… Ama detaylardan önce ne zaman, nerede, ne kadar süreyle yürüdünüz?
—Bu kez sana söz hakkı vermeden başlıyorum… Anlatmaya…
31 Mayıs 2008 günü gece saat 2300’de İstanbul’dan başlayan araç yolculuğumuz, sabaha karşı saat 0350’de Kapıorman Dağlarının Adapazarı- Sultanpınar eşiklerinde, serin mi serin kuytu köşelerinde son buldu… Saat 0400’de burada başlayan yaya doğa yürüyüşümüz, tam on dört saat sürdükten sonra Sülüklü Göl- Bolu da sona erdi…
—Sen; bu kez yine sözümü keserek, kaç kilometre olduğunu sormayı unutmuştum… Diyorsun…
—Ben; otuz beş kilometre dedikten sonra bu kez detayları anlatmama da fırsat vermeden.
—Sen; nasıl olur hala anlayamadım? Bu “acıyı keyfe” dönüştürmeyi deyiverdin…
—Ben; senin üzüleceğini düşünemeden birden ağzımdan “kaç aylıksın” sözcüğünü kaçırıverdim… Ben aslında bu düşüncelerimi sona bırakmıştım. Ama nedense yazımın başında anlatmak zorunda bıraktırdın…
—Şimdi dile getireceğim sözleri; daha önceleri söyleyebilir miydim? Ama şimdi rahatlıkla dile getirebiliyorum…
“Bazen insan; ardımızda bıraktıklarımızın günler olduğunu düşünür, aslında sadece günler değildir, ardımızda kalanlar…
Bazen kendimizde arkada kalırız: Bu kalışa sevdiğiniz de katkı sağlamışsa… Hayatın acımasızlığı; sana veya sevdiğine ya da her ikinize, “varlık ile yokluk” arasındaki ince ama görünmez tülü aralatmış ve diğer yana tam geçerken birbirinizi sırtlamış, o acılarla dolu karamsarlıklarla örülmüş ağın aydınlık yanına yarasız beresiz döndürebilmişseniz…

Ve o günlerin geride kaldığının… Birbirinize karı koca yerine “can dostum” “iyi ki varsın” diyebilmelerin farkındalığını yakalayabilmişseniz: Yürüyüşünüz esnasında oluşan kas ağrıları, bot vurmaları sadece bedeninizin o bölgesinde oluşmasına ve oradan yukarılara RUHUNUZA VE YÜREĞİNİZE sıçramamasına sebep olur…
Ruhunuz ve yüreğiniz, doğaylabaşbaşadır: Olgun yaş eşiğine gelmişlik klasik davranışından daha uzak… Seni “can dostunla” birlikte “şaşırtıcı keyiflerin” peşinde el ele koşturmaya iter…

—Sen; elin şakağında, biraz da ağzın aralanmış, gözlerimin içine bakarken… Mehmet ağabey; varlığından taşan gürültünün dinmesini beklemeye başlayacağım… Sözünü bitirinceye kadar soru sormayacağım, diyorsun…
—Ve ben; nerede kalmıştık diyor ve tekrar anlatmaya başlıyorum…
—Geçen yıl bu parkuru Ayakizleri-Hüseyin Beyle yürürken öylesine şaşırtıcı keyifler almıştım ki gerek doğa gerekse saatlerce bülbül sesleri eşliğinde doğal çayırlık üzerindeki yürüyüş beni çok etkilemişti…
Bu kez böyle zorlu ama keyifli yürüyüşü “can dostumla” birlikte yapmayı çok arzu etmiştim… Beni kırmadı yürümeyi kabul etti…
Araç yolculuğumuz genellikle uyuyarak geçti, Gülay’ın da uyumasını çok istedim… Yürüyüşün olumsuz etkilerinden asgari derecede etkilensin diye…
Sultanpınar Yaylası dört kilometre kadar yakınlarında araçlardan indik, karanlık göz gözü görmüyor… Ay “yeni ay” safhasında ışık oranı yüzde beş oranında, vadi tabanında olduğumuz için ışıktan faydalanamıyoruz…
Karanlıkla yüz yüze geldiğimde göz yordamıyla Gülay’ı aradım… Ve kendi kendime gülümsedim… Fotoğraf makinası ile “anı dondurma” peşindeydi…
—Ben; bulanık alacakaranlığın ürperten serinliğini tüm bedenimde hissediyor… Bu hissedişe; Çağdaş Edebiyatın öncülerinden Arjantinli yazar, bana göre çağdaş feylesof “Jorge Luis Borges’in” kör olmasına rağmen körlüğün, onu asla yıldırmayışını ve körler için asla karanlıktayız fikrini benimsemeyişini ve ölümsüz eserler ürettiği düşüncesinin de eşlik ettiğini fark ettim…
Uzunca bir süre içinde bulunduğum düşünce çığından kurtulmamak için tepe lambamı yakmadım…
Gülay’ın makina flaşları, beni benle buluşturduğunda bayır yukarı yürüdüğümüzün farkına vardım, burnuma en çok sevdiğim uzaklarda yanan kuru meşe odun dumanı kokuları gelmeye başlamıştı… Derken ağaçlıklar içinde kıprayan ve tan yerinin ağarmaya başladığını muştulayan bülbül sesleri, bizlerin yürüyüşüne eşlik etmeye başlamıştı…
Sultanpınar Yaylası’na varmıştık, buradan doğruca pınarın gözüne doğru yürüyüşümüzü devam ettirdik…
Havanın karanlık ve serinliği kahvaltı yapmanın iyi bir düşünce olmadığını ortaya koyuyordu öyle de yaptık…
Ucu bucağı görünmeyen çiğli yemyeşil doğal çimenlerin üzerinde yürüyüşümüze devam ettik… Gökçesaray Yaylasına vardığımızda Hüseyin ve Selim Bey ve onlara yardım eden arkadaşlar kahvaltı için hazırlık yaptı…
Kahvaltıyı yaparken sırtımı ısıtan güneşi yakaladım… Kahvaltı sonrası yine çayırlıklar üzerinde yürüyoruz… Uzun mezar Tepedeki kısa mola sonrası manzarayı seyrettikten sonra diğer tepeler de bir biri ardına arkamızda kalıyordu.
Asırlık kayın ormanları arasından geçerek bir tepenin ön yamacında durup aşağımızdaki Küçük Karapınar yaylasını kuşbakışı seyrediyoruz…
Bu kez içimdeki çocuk Barış’ı da kışkırtıyor ve yokuş aşağı kendimizi bırakıyoruz… Ta ki aşağıdaki çeşmeye kadar koşuyoruz… Koşarken bir ara kanatlarımın olmasını ilk kez duyumsadım.
İşte bu noktadan sonra saatler süren daha yoğun bülbül sesleri içindeyiz… Yol boyu on binlerce sinek içinden geçiyoruz, bayır yukarı verdiğimiz ayak üzeri molalarda yarenlik etmeye devam ediyoruz...
Az ilerdeki tepede yarım saatlik uyku molası verildi…
Talat Bey, Barış, Gülay ve ben yarenlik yaptığımız için uyumaya vakit bulamadık… Tekrar yollardayız… Bu kez güneşin sıcaklığını ensemde hissediyorum… Saatler sonra başka bir yayladayız… Basacakalan Yaylası… Köylü kadından taze peynirler alınıyor… Ve öğle yemeği bu yaylada yeniyor… Gülay fazla ekmek yememem konusunda sık sık uyarıyor… Çünkü yaklaşık altı saatlik daha yolumuz var…
Tepelerden iniyoruz… Çıkıyoruz… Bitti derken diğeri, bitti derken bir diğeri… Hepimiz yorulmuştuk ama bir çift vardı ki Gamze ve Hasan GÖLER çifti onların hali ve birbirlerini koruma hissi hala gözümüzün önünde…
Şu anda artık tepelerin en ucundaki 1500 metre yükseklikten 650 metre aşağıdaki Sülüklü Gölü seyrediyoruz…
Sanırım fotoğraftaki güzelliği sizde beğenmişsinizdir… Gülay’la birlikte Sülüklü Gölü böylece tüm dört yöndeki tepelerden seyretme şanslılığını yakalamış oluyorduk… Burada fotoğraf ve kamera çekimleri tamamlandıktan sonra Tavşan suyu deresi kenarındaki toplanma noktamıza varışımız yaklaşık iki saati buldu… Tepeden aşağı inerken yokuş öylesine dik idi ki anlatamam… Ayaklarımızın ağrısının tadına bile varamadan kemikli sivrisineklerin taarruzuna maruz kaldık…
Soktukları yer anında şişiyordu… Sözüm ona haşarat kovucu ilaç da sürmüştük…
Dere kenarına vardığımızda ilk yaptığımız iş defalarca dondurucu su içine ayaklarımızı sokmak oldu…
Sonra mangal partisi, sucuklar, köfteler Hüseyin Bey bağırıyor… Köfteler daha var diye… Ama bizim için iki adedi geçmek yok… Gülay’la öyle karar aldık…
Onca emek heder olmamalıydı…
Dönüş yolculuğumuz… Biraz sohbet ve türkü söyleyenleri dinleyerek, çoğunlukla da uykuyla geçti diyebilirim…
Yorgunluk olmasına rağmen hiç kimsenin yüzünde keyifsizlik veya pişmanlık yoktu…
Sadece kendine ve yoldaşına güven ve dik duruş vardı…



Mehmet YÜCEBİLGİÇ
31MAYIS-01HAZİRAN 2008

26 Mayıs 2008

"BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU" ADLI ROMAN İLE "SEN NE DİLERSEN" İSİMLİ FİLM

YAPACAKLARINLA KENDİNİ ŞAŞIRT

Birkaç haftadır, doğadan uzaktayım, Gülay’ın da Ankara da bulunduğu bu süreçte neler mi yaptım?
Aklımda iz bırakan iki şey…
Birincisi; Kızımla baş başa seyrettiğim “SEN NE DİLERSEN” filmi,
İkincisi; Okuduğum “BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU” isimli roman…
Doğrusu bu ikisiyle de edindiğim ve beni ortak düşüncede buluşturan “ŞAŞIRTICI ALIŞKANLIKLAR” edinimimi paylaşmak istedim…
Birincisi; Yönetmenliğini Cem Başesgioğlu’nun yaptığı, Tuğçe için daha da önemlisi, küçüklüğünden beri idolü olan,
Zeynep ablasının (ZEYNEP ERONAT) 2006 yılında Adana Altın Koza ve Ankara Uluslararası Film Festivallerinde ödül aldığı film: Filmi sinema ortamında seyredebilmek için, salonda gerek ışık gerekse ses düzeni ayarlamasında oldukça özen gösterdi… Filmi seyredeli otuz dakikayı geçmişti ki… Sıkıntıdan patladım, hala filmin konusunu kavrayamamıştım… Belli etmemeye çalışıyordum…
Keza kendisini yandan izlediğimde pek keyifli ve filmin içine düşercesine izliyordu… Biraz da onun anlayıp keyif aldığı bu filmi, ben neden anlayamamış ve konuya takılıp kalmıştım…
Film ile Kızımın filmi iştahla izlemesi arasında sıkışmış kalmışken… Daha da duramadım…
Kızım! Ben konuya giremedim, kim hangi rolü oynuyor, parça parça sahneler, kim, hangi sahnede, ne bileyim? Daha çok soru soracaktım ki?
Sözcükler ağzımda kaldı…
Baba! Konuya “takılma” henüz film bitmedi ki, oyuncuların rolüne, makyajlarına, mekâna, görüntüleri çekime alırken kadrajlamaya ve çevreye bak…
Tamam dedim… Dedim de gözüm ekrandaki “SEN NE DİLERSEN” filmindeyken…
İkinci us ekranımda ise; çocukluğumdan beri seyrettiğimiz… Filmler sırasıyla akıp gidiyordu… Sinemada filmi seyretmeye başladığımın ikinci dakikasında sadece ben değil sinemadaki tüm seyirciler… Konuyu çözümlerdi… Ya oğlan ya da kız fakir veya zengin veya tekerlekli sandalyede olurdu, babaları evlenmelerine ya yardımcı olur genellikle de karşı çıkardı… Oğlan kızı kaçırırken kızın babası görecek diye Allahım! Bütün sinemadaki seyircilerle birlikte nasıl bağırır, çığlıklar atardık anlatamam…
Şimdi ise; öyle değil film bulmaca gibi; eskiden olduğu gibi “hazır lob” yok, filme kendini vereceksin, aklında sorunların varsa unutacaksın, hatta tuvalete dahi gidip ara vermeye kalkmayacaksın… Ne demek çekirdek çitleme, kuru yemiş yeme dikkati dağıtırsın…
Sonra da filmi anlamak için başlangıçta gösterilen yönetmenin adında takılıp kalırsın…
Alışkanlıklarımın tersine arınmış bir şekilde seyre daldığımda… Film ortaya çıkıverdi…
Film de, Kızımın dediği gibi, Makyaj da, roller de yerli yerine oturmuştu usumda…
İkincisi ise; İtalio CALVİNO’nun “BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU” isimli romanı okurken edindiklerim…
Yazar, Küba’da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldikten iki yıl sonra İtalya’ya taşınırlar, 1985 yılında hayatını kaybedinceye kadar sayısız ödül alan, bana göre feylesof düşünceli biri.
Romanı da filmde yaptığım gibi dikkatle takip etmez, alışıldık bir roman gibi okumaya kalkarsanız… Roman okuma keyfinizi yitirebilirsiniz…
Öncelikle Kitabı okumaya başlamadan tavsiye edebileceğim… Yazarın da belirttiği… “RAHATLA… TOPARLAN… ZİHNİNDEKİ DÜŞÜNCELERİ KOV GİTSİN. SENİ ÇEVRELEYEN DÜNYA BIRAK BELİRSİZLİK İÇİNDE YOK OLUVERSİN” komutları, koşulsuz yerine getirdikten sonra okumaya başlamaktır…
Eskiden olduğu gibi alışkanlıklarınızın esiri olmuşsanız… Okuduğunuz şeylerin ayan beyan ortada olmasına alışmış bir okur iseniz…
Okumaya çalıştığınız romanı yarıda bırakmak zorunda kalırsınız…
Ben de yarıda bırakmaya ramak kalmak üzere iken; yazarın verdiği telkinlere- aynı kızımın filmi seyrederken verdiği taktikler gibi- uyarak okumaya başladığımda kitabın nedenli ustaca yazıldığını anladım…
Nasıl mı? Yazar sana roman kahramanı rolünü benimsetiyor… Kahraman, erkek okur sonra kadın okur… Romanı yazar değil sen yazıyorsun hayır…hayır hem de Sen oynuyorsun…
Tek düze bir anlatım yerine birbirine benzemeyen konularda ve yazarların yazdığı on adet roman girişi diyebilirim…
Romana başladığım da deneme tadında demiştim, sonra öykü yok yok roman, inceleme ne bileyim? Tüm edebi yazı türleri usumdan aktı gitti tanımlayamadığım… Ayrı tat ayrı bir lezzette, daha önceleri yemediğim yemek, görmediğim doğa tadında bir eser idi…
Öylesine şaşırmıştım ki… Tekrar tekrar yazarın kendi romanı ile ilgili eleştirilere verdiği cevabı okudum…

Bildiğimiz veya öğretilen yıllarca gerçek haline getirdiğimiz “ALIŞKANLIKLARA” hiç mi hiç benzememe karşısında… Yine şaşırdım…
Böylesine düşüncelere nasıl ulaşabiliyorlardı… Onun alışkanlıkları yok mu idi?
O kendisini şaşırtmaktan keyif almış… Ama beni de şaşırtmıştı bir bilinmeyen türle…
Aklıma bir yazarın şu cümleleri geldi…
KENDİNİ YAPACAKLARINLA ŞAŞIRTACAKSIN…
SONRA DA BU HAYATIN NE KADAR İÇİNDESİN,
ONU DÜŞÜNECEKSİN…
Tüm bu okuduklarım; inanın, kendini doğada yönünü kaybetmiş bir doğa gezgininin veya dağcının yönünü bulmada ki gayretini anımsattı…
ŞAŞIRMA, HEYECAN, MÜCADELE VE YENİ DENEYİMLER EDİNME...


MEHMET YÜCEBİLGİÇ
26MAYIS2008

4 Mayıs 2008

YÜREĞİMDEKİ DEĞİŞİM SANCISI

ANNELERİN, ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN

“Yüreğimde sancı var…
Sarıl bana…
Beni biraz anlasana”…
Şarkı sözlerinden bir tutam…
Kendinizi şarkının sözlerine kaptırdığınızın farkına vardığınızda hemencecik diğer farkındalıkların kapısını açıverirsiniz…
Ben, şimdiye kadar bu tür şarkıları dinlemezdim… Dinlemezdim dediğiniz yıllar, sanki dün gibiymiş gibi de yakın geçmişi düşünüverirsiniz…
Oysa yıllar, geri de kalmıştır da şimdi, bir şarkı sözüyle, yirmi beş, otuz yılı kısa bir süre gibi düşünüverirsiniz… Neyse sizi de kendim gibi süreye takılı tutmayayım…


Dinlemezdim de ne oldu bana, şimdi dinler oldum?
Hem de yüreğindeki sancıyı, yüreğimde hissediveriyorum…
Dediğiniz… İşte bu “an”: Aramaya başladığınız “kendinizi bulmaya” başladığınız, kurguladığınız “değişimin”; toprağı yırtarcasına delmeye ve yüzünü güneşe göstermeye başladığı, “sevdiğiniz” ama onun “size katlanmalarını alışkanlık” haline getirdiğiniz “aşkınızı” tekrar fark etmeye başladığınız “an”dır…
Değişim… Evet değişim sancısını yüreğinizde hissetmeye başlıyorsunuz ama… Henüz emekliliği yaşıyor veya hassas ve kırılgan bir yapıya sahipseniz: Usunuzun arka bahçesindekiler size uygulama fırsatı verir mi?
Yıllardır, peşinde koşuşturduklarınız, gerçekleşmeye çalıştırdıklarınız, anlamaya bile gayret göstermeden ya da size bu böyle yapılır dedikleri için yapmak zorunluluğunda olduğunuz… Var olma gayretkeşlikleriniz…
Tüm bunlar; kendi sosyal ve ekonomik yeterliliğiniz için… Anneniz babanız… Sonra eşiniz… Sonra da çocuklarınız… İçindi…
Geçmişteki tatil, bayram, anneler, babalar, sevgililer veya doğum günlerini; yaptığınız işin, öncelik alması nedeniyle ıskalanan günler olarak hatırlarsınız.
Ya da kendi annenizin anneler gününü, çocuklarınızın bayramını kutlamadan; zorunlu olduklarınızı, öncelikle kutladığınızı hatırladığınızda kendinizi hayıflanırken buluverirsiniz…
Ohhh deyişinizi ve içinizi çeker gibi bir haliniz olduğunu görür gibiyim…
O zamanlar temel düşünce; yaşamınızın büyük bölümünü hep birilerinin- çalıştığınız kamu kurumu olsa dahi- isteklerine göre hatta kendi eş ve çocuklarınızın da istek ve arzularını yönlendirmeler sarmalında yönlendirmeniz kaçınılmaz idi… Bunlara bir de anne ve babanızın ve yakınlarınızın dileklerine göre ayak uydurmayı eklerseniz…
Kendiniz gibi eş ve çocuklarınızın da istekleri hep askıda kalacaktır…
Şimdi artık… Bu yaşanmışlıkların tekrarını asla ve asla istemiyorsunuzdur…
Çok ilginçtir… Tüm bu düşünceleri düşünmüş ve yaşamış olmanıza karşın birden bencilleşiveriyor…
Özellikle Eşinizden, çocuklarınızdan kendi düşüncelerinize göre davranış göstermesini bekler duruma düşüveriyorsunuz…
Ne garip bir çelişkidir… İki ruhlu bir hal içinde gibisinizdir…
Ben yaptım… Şimdi onlar da yapsınlar düşüncesi…
Kendinize yapılanlar ile kendinizin yapmak istedikleri ve istemedikleri arasında sıkışmış bir haldesinizdir…


Kendinizi de, yağmurda ıslanmış burnunuzdaki damlacıkların yere düşmesiyle birlikte o damlacıkla birlikte yerin bin fersah dibine gitmiş gibi hissediveriyorsunuz…
Bu alışkanlık haline gelmiş veya sarmalında yaşanılan duygu ve düşüncelerin tutsaklığından kurtulmanın nedenli zor olduğunu sanırım anlatabildim…


Oysa… Bu öyküye dönüştürecek anlatımlar sadece ve sadece kendinizi haklıyım dedirtecek anlatımlardan uzak, belli bir dünya görüşünü dayatmadan sadece bir sarmaşığın dalları ve yapraklarının birbirine sarınarak büyümesi gibi özgün ve öz gelişimine özen gösterecek hassasiyette olması gerekecektir…
Ne mutlu alışkanlıklarının ve özverilerinin tutsağı olmayanlara ve bu değişimde kendilerine benim sahip olduğum gibi yardımcı olacak “can dostu” bulunanlara…
Sana çok teşekkür ederim…
Benim biricik aşkım ve çocuklarımın annesi…
Anneler günün kutlu olsun… Nice anneler gününü beraberce kutlama dileğimle…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
04 MAYIS 2008








25 Nisan 2008

TUZLA-KARAGÖL-BELENGERME-BELPINAR KÖYÜ YÜRÜYÜŞÜ

HAYAT

...
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,
Yoksa değersiz olan hep sen olursun
...
Düşün
...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter,
...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama sevgisini
...
Ya çare
Sizsiniz ya da çaresizsiniz

Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine.
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,
...
...
NIETSZCHE

DOĞANIN BAĞRINDA BAHAR TEMİZLİĞİ
Gülay’la birlikte, bu hafta sonu öylesine Baharla kucaklaştık ki, usumuzdaki düşüncelerin hangisinden başlayacağımıza karar vermekte güçlük çektik… Öyleyse düşüncelerimizi ayrı ayrı aktaralım dedik…
Gözümün önünde; kare kare fotoğraf makinanım kadrajındaki doğanın yansımaları, kulağımda; Karaçay vadisinin derinliklerinden gelen gürül gürül çağlayan “Kara Çay”ın coşkulu sesi… Keklik gibi seken hiçbir kareyi atlatmak istemeyen sevgili Gülay’ın, Mehmet deyişleri…
Düşme sonucu, parmağım kırıldıktan sonra iyileşme dönemini öylesine iple çektim ki anlatamam… Kuşkusuz tam da iyileşmedi ama…
Bu süreçte, yine bu köşede anlattıklarımı okuyanlardan… Öylesine içlerinin seslerini yansıtan, geçmiş olsun dileklerini belirten elektronik postalar aldım ki anlatamam… Hepsine teşekkür ediyorum…
Seksene yakın “Ayakizleri” doğa tutkunu… 20 Nisan 2008 günü tam üç midibüsle Belpınar Köyü yollarındayız… İzmit’e varmadan verilen küçük bir molayı, grubumuzun lojistik Destek Merkezi Ali Fuat Paşa’da büyük mola takip etti…
Sakarya Nehrinin coşkulu akışı bizlerin üzerindeki yol mahmurluğunu da alıveriyordu… Nehir kıyısındaki çay bahçesi Ayakizleri ile dolu verdi… Tarihi köprüye ve sabah güneşinin Sakarya nehri üzerindeki renk cümbüşünü seyrede seyrede çaylarımızı yudumladık… Gruba yeni katılanlarla dostluk kurulurken uzun zamandır görüşemediğimiz dostlarımızla hasretlik giderdik…
Güneşin sabahın bu erken saatindeki, sarı sıcağı yapılacak yürüyüşün zorlu geçeceğini düşündürüyorsa da daha çok “lay lay lom” türü bir yürüyüş planlandığı için pek üzerinde durmadık…
Ama bir gün önceden Gülay’la, ilk etkili güneşli bir yürüyüşümüz olacağı için sabah yüzümüze güneş kremi sürmeyi ve uzun kollu tişört giymeyi ihmal etmedik…
Tadına doyulmayan çay keyfinden sonra Kapı Orman Dağlarında kıvrıla kıvrıla yol almaya başladık… Taraklı ilçesinin, Tuzla Köyüne vardığımızda bindiğimiz Atilla kaptanın midibüsü makaslar kırıldığı için daha ileri gidemedi… Bu köyde köylülerle yarenlik yapıp, çocuklara hediyeleri verildikten sonra Kara Göle bir grupla yürüyüşe başladık, diğer grup da sağlam araçlarla yola koyuldular…
Yokuş yukarı yürümeye başladık ama bu nasıl sıcaktır… Arkamızda Hüseyin Beyi traktörle gelirken gördük yoldakilerden isteyenleri toplayarak ilerliyor… Baktım Gülay traktöre binmiş ben durur muyum?
Doğruca traktörün tepesindeyim… O tozlu topraklı böbreklerdeki tüm taşları döken yolculuk var ya öylesine keyifliydi ki videoda izlemeye değer sanırım…
Kara Göl Yaylası çam ağaçları ile bezenmiş yamaçlarına geldiğimiz de mola veren büyük grupla karşılaştık ve molaya katıldık.
Yürüyerek gelenleri çam ağaçlarının serin gölgesinde bekledik, bu anı fotoğraf çekmeden değerlendirmemek olur mu? Doğa her yanının fotoğraflanmasını ister bir halde… Biz de bu isteğe uyuyoruz…
Mola bitip yürüyüşe başladığımızda Kara Göl yemyeşil çayırlar içinde tepelikleri çamlarla kaplı… Yaylacılar henüz yok… Az ilerde koyunlar kuzular meleşiyor… Bir de ne göreyim çocuklar sürünün peşinde koşturuyorlar, içlerindeki kuzuları yakalayıp sevecekler sandım… Ama bunlar bizim Ayakizleri’nden “içlerindeki çocukları” tutmak isteyen bir türlü tutamayan Emrah Ateş ve Sevgili nişanlısı ve Torosların kızı “İlayda”…
Derecikleri atlaya zıplaya geçiyoruz… Karşımızda köknar ve diğer çam türlerinin ve kayın ağaçlarının bol olduğu bir orman ve burada öğle yemeği molası verildi…
Yemek helva ekmek en önemlisi Sevcan'ın yaptığı kısır… Güne damgasını vurmuştu… Mola sonrası Belengerme Boyun bölgesine kadar adeta çimler üzerinde yürüdük… Sanki tartan bir pist… Rengârenk çiçekler… Bizim coşkumuza coşku katan… Ya o sevimli kuşların hiç tükenmeyen melodileri…
Belengerme’deyiz kışın karlarla kaplı bu bölgede yine mola vermiştik… Bu kez doğal çayırlar üzerine Gök tepeye karşı öylesine serildik ki…
Neye benzetilirse benzetilsin veya ne tür haşerat olursa olsun üzerlerinde… Umurumuzda değil…
Ruh ve bedenimiz; yemyeşil doğanın bağrında “bahar temizliği” yapıyordu… Adeta arınıyorduk…
Usumum kovuklarında beni rahatsız eden o guguk kuşu gibi kafasını uzatan “takıntılardan” öylesine uzaktayım ki… Beni rahatsız edecek hiçbir düşünce kırıntısına yer yok… Hiç birine yer yok yemyeşil deryada…
Doğa, tüm gücünü öylesine sımsıkı elinde tutarak kulaklarımıza fısıldıyor ki…
Zihninizde ki engelleri temizleyin, bundan böyle: Kaygılara, korkuya, acıya, sizi sizden alıp da karamsarlık ülkelerine götürecek tüm düşüncenizi bu çayırlıklara dökün ben onları yağdıracağım yağmurlarla derelerden, çaylardan aşağılara süpüreceğim…
Onların yerine “bedenimden” sevgi, hoşgörü, kucaklaşma, paylaşma, gülücükler alın… Bedenlerinize yerleştirin ve gülücükleri çevrenize saçın, belki farkına varıp da bu gülücüklerden yararlanan olur… Der gibiydi…
Ayakizleri “BELENGERME” bayırlarından öylesine KARAÇAY VADİSİNE akıyordu ki… Vadi boyu kulaklarımdaki, çayın gürül gürül su ve çam ağaçlarının üzerlerinde şakıyan bülbül sesleri hala çınlıyor… Yeşilin tuvallerde bulunmayan tonlarını kaçırmayayım diye nasıl da koşuşturuyor… Sevgili Gülay…
Belpınar köyüne yaklaşıyoruz… Tarlalarda hafta sonu tatiline aldırmadan çalışan köylüler, tarlalarda hayvanlarını otlatan kadınlar, ormandan katırlarına odunlarını yüklemiş yanımızdan selamlaşarak geçen gençler…
Çitlere dayanmış bizlere uğurlar olsun dercesine başlarını sallayan katırlar…
Küçük bir derecik geçilecek; Ali Çelik yeni yürüyenlere de öncülük olsun diye ilk önce o geçmeye yeltendi… Aman Allahım! Basar basmaz bacağının hepsi bataklığa gömüldü kıpırdadıkça gömülüyor… Selim koşturarak hareket etmemesini söyledi ve kendisini çekerek çıkardı… Bereket kırık çıkık yoktu…
Lay lay lom da olsa yürüyüşten dikkatinizi ayırdığınız zaman hiç af yok…
“Doğa kendisinden başka hiçbir şeyin düşünülmesini istemiyor… Tek odaklanacak düşünce o da “doğa”…
Yürüyüşümüze zaman zaman bahar dalları eşlik ediyor… Elmalar, kirazlar, erikler çiçeklerle dop dolu…
Köye giriyoruz… Okulda çocuklara hediye dağıtılıyor… Ortalık cıvıl cıvıl Köy Muhtarı ve eşi Ayşe Hanım Ayakizlerine neler hazırlamamışlar ki… Barbunya, tarhana çorbası, yaprak dolması, revani, köy ekmeği, pilav, köy yoğurdu… Grup bayanlarının yaptığı salata…
Kahvehanenin önünde mangallar yanıyor… Sucuk kızartılacak… Ziyafet olağanüstü…
Köyde yanan evin sahibine katkı olsun diye, temin edilen para da Hüseyin Bey tarafından verildi…
Yemek sonrası; köy çocuklarıyla oynanan oyunlar… Tek kale maçlar dahi… Gülay’la birlikte daha önce ekmek yaparken kısa filmini çektiğimiz köylülerle yarenlik yapmak da eksik kalmadı… Tüm bunlar… Köye renk katmıştı… Neşelenmişti… Köydeki tüm çocukların yüzleri gibi “AYAKİZLERİ’NİN de…
Atilla Bey aracını onarıp gelince noksanlığımız da kalmamıştı. Artık yol alma zamanı gelmişti…
Üç araç, dağların dar ve dönemeçli yollarında döne döne aşağı vadi tabanına doğru alçalıyor… Bundan sonrasını bakalım Gülay nasıl anlatacak...
Arabada; fıkralar, şarkılar, türküler; başrolde İlayda ve ona eşlik eden arkadaşlar olmak üzere kırıla gitti… O kadar neşeli ve ahenkli bir şekilde dönüyorduk ki midibüs durunca Ali Fuat Paşa’ ya geldiğimizi anladık…
Hemen yine Sakarya Nehrinin kıyısındaki kahvehaneye oturduk ve sohbetler, gelsin çaylar, espriler, kahkahalar derken yine vakit nasıl geçti anlamadık… Zaten akan nehrin sesi harika, insan oradan hiç kalkmak istemiyor… Ama yolcu yolunda gerek dedik, tekrar toparlandık arabalara bindik eğlenceye devam… İzmit yakınlarında bir benzinlikte mola verene kadar iyi idik… Mola sonrası herkese bir ağırlık çöktü zaman zaman şekerlemeler yaparak ara ara konuşarak derken İstanbul‘a geldik.
Artık vedalaşma zamanı gelmişti… Atilla Bey, sabah topladığı gibi sırasıyla bindiğimiz yerlere bıraktı ve evlerimize döndük.
Çok mutluyduk, günümüz çok güzel geçmişti, ilk işimiz makinadaki fotoğrafları bilgisayara yükleyip bakmak oldu ve baktıkça tekrar günü baştan yaşamış gibi olduk ve hala bu gün bile Mehmet’le konuşuyor arkadaşlarımızın kulaklarını çınlatıyor, hatırladığımız bazı şeylere gülüyor ve yazıyoruz… İyi ki gitmişiz, yeni arkadaşlarla tanıştık, önceden tanıdığımız arkadaşları özlemiştik onlarla da hasret giderdik dolu dolu yaşadık darısı bir daha ki sefere.
Hayat yaşanmaya değer yeter ki yaşamayı bilelim, beklemeden sevelim elbette bizimde sevenimiz olur…
Sağlıklı, mutlu, neşeli, canlı hayat dolu insanlar olarak yaşayalım.
Mehmet ve ben doğanın tadını çıkaralım diyoruz ne dersiniz? Bunu sizlerle paylaşmak çok hoş…

Gülay&Mehmet YÜCEBİLGİÇ