3 Temmuz 2008

EVLİLİĞİMİZİN OTUZ İKİNCİ YILINA ADIM ATARKEN...EVLİLİK ÜZERİNE


DÜN SABAHA KARŞI KENDİMLE KONUŞTUM.
BEN HEP KEMDİME
KARŞI ÇIKAN BİR YOKUŞTUM…
YOKUŞUN BAŞINDA BİR DÜŞMAN VARDI,
ONU VURMAYA GİTTİM,
KENDİMLE VURUŞTUM…
ÖZDEMİR ASAF


Doksan beş yaşındaki bir adama; bu yaşına kadar en önemli öğrendiğin ve bizimle paylaşmak istediğin şey nedir diye sorarlar?
—O da; KİMİNLE EVLENECEĞİN KARARININ HAYATTA VERİLEN EN ÖNEMLİ KARAR OLDUĞUNU ÖĞRENDİM… Cevabını verir…


EVLİLİĞİMİZİN OTUZ İKİNCİ YILINA ADIMIMIZI ATARKEN… EVLİLİK ÜZERİNE
12Haziran2008


Bugün evliliğimizin otuz ikinci yılına bastık…
Bu yıl ki kutlamamız bana daha da anlamlı geldi… Sanırım diğer yıllara nazaran “Tadı” daha da tatlıydı…
Otuz ikinci yıla basarken; Eşimi daha da yakından tanımaya başladığımın daha doğrusu güdük bıraktıklarımın farkındalığını yakaladığımı hissettim…
Sonra bugüne kadar: Merdivenlerden aşağı doğru bakma ihtiyacını kısacası “keşke” demeyi hiç mi hiç düşünmediğimi hissettim…
Her yaş grubundan arkadaşlar; öylesine ısrarla “evlilik üzerine” düşüncemi yazmam istendi ki…
Ben de her zaman olduğu gibi içimin sesini yazıvermek istedim…
Önce kendime sordum?
Evlilik neye benziyordu? Diye.
İçimdeki ses evliliği neye benzettiğimi şöyle fısıldadı:
İki samimi arkadaşın; başı yer yer beyazlara bürünmüş dumanlı, Ala mı Ala, Boz mu Boz, zaman zaman da yemyeşil ormanları, küçücük göletleri ve de sizleri büyük bir şaşkınlıkla karşılayan kendilerinin özgürce yaşam alanlarını elinden almaya gelen davetsiz misafirler olarak algılayan yılanlar, ceylanlar, dağ keçileri ne bileyim türlü türlü doğaylabaşbaşalığı yaşatan insanın içini dupduru yapan her şeyi bünyesinde barındıran “dağlara tırmanışına” benzetirim…
Dağlara çıkmadan önce zirvelere o karlı zirvelere nasıl bakarsınız, içinize bir ürperti girer ve yavaş yavaş tüm yüreğinizin hızlanan atışı tüm bedeninizi bir bir esir almaya başlar… Kendinizi, uyuşmuş ve erimeye başlamış biraz sonra da yok olacağınızı hissedersiniz.
Çıkamazsam, gücüm takatim kesilirse, suyum tükenirse, yolumu kaybedersem ya da bir yılan, çıyan sokarsa düşünce sarmalı içinde geçen ilk geceler ta ki yürüyüşe başlayıncaya kadar devam eder: Bir de yanında ki “body” ben ona “can dostu” diyorum… İle uyum içinde isen o yürüyüş ve tırmanışa doyum olmaz: İstersen kaybol, istersen aç kal, istersen yaralan nasıl olsa sana “can yoldaşlığı” yapacak biri var…
İşte evlilikte böyle bir şey tüm kontrol öncelikle “sende” sonra sizde…
Bu fısıltıyı dinledikten sonra bana özellikle otuz ila kırk beş yaş grubunun sorduğu soru: “Eşinizle otuz yılı aşkın mutlu birlikteliğin sırrı ne olmuştu?
Doğrusu bu soruyu o kadar sık duydum ki; o kişilerin bir iksir bekler gibi sordukları sorulardaki sabırsız ve aceleci davranışlarında, mutlu bir evliliği o denli çabuk yakalamak istediklerini sezinledim ki anlatamam…
Şimdi ise, verdiğim cevabı aynen yazıyorum… Tabii ki hiçbir baskı olmadan…
*Evlilikte asla “ZORUNLULUK” olmamalı…
*Eşler arasında evliliğin ilk yıllarında (ilk üç yıl) olmazsa olmaz kural “KARŞILIKLI FEDAKÂRLIKTIR”…
*Diğer yıllar ise eşler arasında “KARŞILIKSIZ KATLANMA” esas olmalı…
***Ve eşler birbirlerinin “CAN YOLDAŞI, CAN DOSTU” olduklarını idrak etmeliler…

EVLİLİK ÜZERİNE DİĞER DÜŞÜNCELERİM ise şöyle:
*Mutlu bir evliliğin reçetesi aranmamalı, çünkü reçete de evlilik gibi kişiye özeldir…
*Öncelikle “ben nasıl bir eş istiyorum” sorusuna cevap bulabilmeli…
*Nasıl olsa ben bununla evlenirsem, şu şu noktalarını düzeltirim… Dediğiniz an evliliğiniz “varsayıma” dayanır… Yani “o varsayım” gerçekleşmez ise “evliliğiniz de er geç yıkılır demektir…
*Düzeltme diye bir şey yok eşlerin birbirine uyumu var… KARŞILIKLI…
*Sonra “biz nasıl bir evlilik kurumu kurmak” istiyoruz… Düşüncesi esas alınmalı… Alındıktan sonra da heyecan duymalı...Biz bunları nasıl gerçekleştirdik diye...
Doğal olarak kişisel ihtiyaçtan ziyade ilerde nelere ihtiyacımız olacak sorusunun cevabı çok iyi bilinmeli, iki taraf birlikte bunları belirlemeli…
—Çok soyut konuşuyorsunuz der gibisiniz…
—Doğru soyut konuşuyorum… Öncelikle evliliğe genel bakmak ve tanımlamak gerekir…
Yirmi-Otuz yaşına kadar ailesinin terbiye ve kültürüyle biçimlenen bireyler hemencecik yeni evlilik vizyonunu nasıl yapılaştıracaklar?
—İnanın ben ortaokulu bitirip Adana Erkek lisesine başladığımda evlilik düşüncemi oluşturmaya başlamıştım…
Her geçen yıl bu düşüncemi şekillendirmeye devam ettim… Mesleğimi kazandığımda zihnimde tasarladığım sevdiğime kavuşmuştum… Kolay olmasa da…
—Şunu demek istiyorum… Bir bakışta âşık olmak ve evlenmek sadece masallarda olur… Olursa da sonu hüsran olur…
Hayatın gerçeklerini görerek evlilik kurumunu kurup işletenler; bu kurumu koruyacak ve geliştirecek süreci de beraberce oluştururlar… Ailelerinden yardım bekleyişi sadece onların iyi niyetleriyle sınırlıdır.
O halde evlilik bir kurum ise; taraflar da bu kurumu ayakta tutabilmek için; daha başlangıçta bu kurumu ayakta tutabilecek etkenleri tespit etmeleri gerekir…
*Bana göre: Bu kurumun yıkılmasına tesir edecek etkenler; doğal olarak başlangıçta tarafların(kız ile oğlanın) KENDİLERİDİR…
Sonra da yine tarafların aileleridir.
*Filmin başrol oyuncuları olan Kız ile Oğlanın evlilik öncesi kendi ailelerinde yaşadıkları olaylar o denli önemlidir ki… Belki de yaşadıkları bu olaylar; evliliklerinin mutlu veya mutsuzluğuna tesir edecek en önemli etken olacaktır…
*Nedir bu olaylar derseniz?
Başroldeki kız/oğlanın:
*Anne veya babasız büyüme sonucu yeni edindiği aileyi benimseyememesi ve de hiç kabullenememesi… Çoğu zaman dediğimin tam tersini de gözlemledim…
*Ailelerinde çok yoğun sevgi ile büyütülmesi…
*Anne veya babasının aileleri yüzünden birbirlerine acımasız davranışlarına şahit olması durumunda…
Anne/babasından kopması oldukça zor olduğu gibi… Yeni aileyi de kabul etmesi çok zordur…
*Şunu demek istiyorum; ben hem annem/babam ile olayım, onların dediklerini yapayım hem de kocamla/karımla olayım, iki arada bir derede olma durumu, sonra bocalama, kararsızlık, kendini yeni kurduğu ailede kendini yabancı hissetme…
****Ama en önemlisi de annem/babam, babamla/annemle şu konular yüzünden kavga etmiş ve ayrılmış idi: Ben de şimdiden kocam/karım ve ailesine karşı gardımı almalıyım… Annemin/babamın durumuna düşmeyeyim… Dediği an! Tehlike çanları çalıyor demektir…
Kurduğu aile, kendi özgün ailesi değil ebeveynlerinin hayatını tekrarladığı aile olur…
Bu aile otuz yılda geçse yıkılmaya mecburdur…
Tüm bu değindiğim olumsuzlukların çözümü aslında çok basittir…
*EŞLER birbirleriyle anlaşmışsa, anlaşmayı kafalarına koymuşlarsa aileleri arasındaki olumsuzlukları da kısa sürede alt ederler…
Kendi dünyalarını ve yuvalarını kendi özgün düşüncelerine göre kurarlar ve devam ettirirler…
Aralarındaki sorunların çözümünü değil birbirlerine bağırarak, çağırarak, üzerek çözümlemek yerine… Gözlerinin içine bakarak, mimikleriyle dahi çözüme kavuşturma erdemliliğini yakalarlar…
Birbirlerine karşı saygılı ve ailelerine karşı da saygın davranışı eksik etmezler…
Başroldeki kız ve oğlan, zirvesi belli olmayan mutluluk dağına birlikte tırmanmanın keyfine doyamazlar…
NİCE KEYFİNE DOYUM OLMAYAN TIRMANIŞLARA…
Tahmin ediyorum ki anlatımları birden bire sonlandırınca şaşırdınız… Evliliğimden bahsedeceğimi örnekler vereceğimi sandınız değil mi?
O zaman evlilik üzerine düşüncelerim olmaz “reçete” olurdu düşüncesindeyim…


MEHMET YÜCEBİLGİÇ
12HAZİRAN2008

3 Haziran 2008

SULTANPINAR(ADAPAZARI)-SÜLÜKLÜGÖL(BOLU) GEÇİŞİ

“İŞTE ÇOK UZAKLARDA OLSAM DA SÖYLÜYORUM SENİ SEVDİĞİMİ,
VE GÜNLER GEÇTİKÇE BENİ NASIL DEĞİŞTİRDİĞİNİ,
KENDİMİ KABUL ETMEME NASIL YARDIM ETTİĞİNİ VE
ŞUNU DA UNUTMAYACAĞIM EKLEMEYİ,
AŞK ASLA BOŞA GİTMEZ, HATTA OLSA BİLE ZOR AŞK.”
BOB FRANKE


GÜLDÜREN, KEYİF VEREN AĞRILAR VE ACILAR…
— Telefondaki ses; soruyor… Dünden bugüne(02Haziran) nasılsınız, sanırım benim gibi sizin de her yanınız ağrıyordur…
— Ben de; ağrımaz olur mu? Özellikle baldırlarımdan ayak parmaklarıma kadar kaslarım ayağımı kaldırmaya engelmiş gibi…
— Ama Gülay’la birlikte hem kahvaltı yapıyor hem de gördüğümüz doğa güzellikleri ile birlikte bizi etkileyen olayları anlatıp gülüyoruz…
—Üçüncü bir kişi olarak sen de; dayanamayıp kusura bakma ben de konuşmana istemeden kulak misafiri oldum… Kiminle konuştuğundan daha çok… Beni en çok “şaşırtan” şey, ne oldu biliyor musun?
— Ben de; hiç umursamaz bir şekilde… Hayır deyiverdim.
— Sen de; ikinci kez şaşırmış bir şekilde, ağrı üzer, kişinin yüzünü ekşitir, hatta ağlatır, karamsar duygu seline kaptırır, pişmanlık duygularından sonra bir daha yapmamaya yemin ettirir…
Oysa görüyorum ki hem sen hem de eşin; ayaklarınızın üzerine basmakta zorlanıyorsunuz, yüzünüz somurtma yerine keyifli… Üstelik kahkaha da atıyorsunuz… Hem acı hem de gülüş… Bu nasıl keyiftir, beni esas şaşırtan da bu oldu…
—O zaman ben; seni daha da fazla merak içinde bırakmadan dünkü doğa yürüyüşümüzü anlatayım…
—Sen; canı tez bir şekilde atılıveriyor, sözüme başlamadan yine devam ediyorsun… Ama detaylardan önce ne zaman, nerede, ne kadar süreyle yürüdünüz?
—Bu kez sana söz hakkı vermeden başlıyorum… Anlatmaya…
31 Mayıs 2008 günü gece saat 2300’de İstanbul’dan başlayan araç yolculuğumuz, sabaha karşı saat 0350’de Kapıorman Dağlarının Adapazarı- Sultanpınar eşiklerinde, serin mi serin kuytu köşelerinde son buldu… Saat 0400’de burada başlayan yaya doğa yürüyüşümüz, tam on dört saat sürdükten sonra Sülüklü Göl- Bolu da sona erdi…
—Sen; bu kez yine sözümü keserek, kaç kilometre olduğunu sormayı unutmuştum… Diyorsun…
—Ben; otuz beş kilometre dedikten sonra bu kez detayları anlatmama da fırsat vermeden.
—Sen; nasıl olur hala anlayamadım? Bu “acıyı keyfe” dönüştürmeyi deyiverdin…
—Ben; senin üzüleceğini düşünemeden birden ağzımdan “kaç aylıksın” sözcüğünü kaçırıverdim… Ben aslında bu düşüncelerimi sona bırakmıştım. Ama nedense yazımın başında anlatmak zorunda bıraktırdın…
—Şimdi dile getireceğim sözleri; daha önceleri söyleyebilir miydim? Ama şimdi rahatlıkla dile getirebiliyorum…
“Bazen insan; ardımızda bıraktıklarımızın günler olduğunu düşünür, aslında sadece günler değildir, ardımızda kalanlar…
Bazen kendimizde arkada kalırız: Bu kalışa sevdiğiniz de katkı sağlamışsa… Hayatın acımasızlığı; sana veya sevdiğine ya da her ikinize, “varlık ile yokluk” arasındaki ince ama görünmez tülü aralatmış ve diğer yana tam geçerken birbirinizi sırtlamış, o acılarla dolu karamsarlıklarla örülmüş ağın aydınlık yanına yarasız beresiz döndürebilmişseniz…

Ve o günlerin geride kaldığının… Birbirinize karı koca yerine “can dostum” “iyi ki varsın” diyebilmelerin farkındalığını yakalayabilmişseniz: Yürüyüşünüz esnasında oluşan kas ağrıları, bot vurmaları sadece bedeninizin o bölgesinde oluşmasına ve oradan yukarılara RUHUNUZA VE YÜREĞİNİZE sıçramamasına sebep olur…
Ruhunuz ve yüreğiniz, doğaylabaşbaşadır: Olgun yaş eşiğine gelmişlik klasik davranışından daha uzak… Seni “can dostunla” birlikte “şaşırtıcı keyiflerin” peşinde el ele koşturmaya iter…

—Sen; elin şakağında, biraz da ağzın aralanmış, gözlerimin içine bakarken… Mehmet ağabey; varlığından taşan gürültünün dinmesini beklemeye başlayacağım… Sözünü bitirinceye kadar soru sormayacağım, diyorsun…
—Ve ben; nerede kalmıştık diyor ve tekrar anlatmaya başlıyorum…
—Geçen yıl bu parkuru Ayakizleri-Hüseyin Beyle yürürken öylesine şaşırtıcı keyifler almıştım ki gerek doğa gerekse saatlerce bülbül sesleri eşliğinde doğal çayırlık üzerindeki yürüyüş beni çok etkilemişti…
Bu kez böyle zorlu ama keyifli yürüyüşü “can dostumla” birlikte yapmayı çok arzu etmiştim… Beni kırmadı yürümeyi kabul etti…
Araç yolculuğumuz genellikle uyuyarak geçti, Gülay’ın da uyumasını çok istedim… Yürüyüşün olumsuz etkilerinden asgari derecede etkilensin diye…
Sultanpınar Yaylası dört kilometre kadar yakınlarında araçlardan indik, karanlık göz gözü görmüyor… Ay “yeni ay” safhasında ışık oranı yüzde beş oranında, vadi tabanında olduğumuz için ışıktan faydalanamıyoruz…
Karanlıkla yüz yüze geldiğimde göz yordamıyla Gülay’ı aradım… Ve kendi kendime gülümsedim… Fotoğraf makinası ile “anı dondurma” peşindeydi…
—Ben; bulanık alacakaranlığın ürperten serinliğini tüm bedenimde hissediyor… Bu hissedişe; Çağdaş Edebiyatın öncülerinden Arjantinli yazar, bana göre çağdaş feylesof “Jorge Luis Borges’in” kör olmasına rağmen körlüğün, onu asla yıldırmayışını ve körler için asla karanlıktayız fikrini benimsemeyişini ve ölümsüz eserler ürettiği düşüncesinin de eşlik ettiğini fark ettim…
Uzunca bir süre içinde bulunduğum düşünce çığından kurtulmamak için tepe lambamı yakmadım…
Gülay’ın makina flaşları, beni benle buluşturduğunda bayır yukarı yürüdüğümüzün farkına vardım, burnuma en çok sevdiğim uzaklarda yanan kuru meşe odun dumanı kokuları gelmeye başlamıştı… Derken ağaçlıklar içinde kıprayan ve tan yerinin ağarmaya başladığını muştulayan bülbül sesleri, bizlerin yürüyüşüne eşlik etmeye başlamıştı…
Sultanpınar Yaylası’na varmıştık, buradan doğruca pınarın gözüne doğru yürüyüşümüzü devam ettirdik…
Havanın karanlık ve serinliği kahvaltı yapmanın iyi bir düşünce olmadığını ortaya koyuyordu öyle de yaptık…
Ucu bucağı görünmeyen çiğli yemyeşil doğal çimenlerin üzerinde yürüyüşümüze devam ettik… Gökçesaray Yaylasına vardığımızda Hüseyin ve Selim Bey ve onlara yardım eden arkadaşlar kahvaltı için hazırlık yaptı…
Kahvaltıyı yaparken sırtımı ısıtan güneşi yakaladım… Kahvaltı sonrası yine çayırlıklar üzerinde yürüyoruz… Uzun mezar Tepedeki kısa mola sonrası manzarayı seyrettikten sonra diğer tepeler de bir biri ardına arkamızda kalıyordu.
Asırlık kayın ormanları arasından geçerek bir tepenin ön yamacında durup aşağımızdaki Küçük Karapınar yaylasını kuşbakışı seyrediyoruz…
Bu kez içimdeki çocuk Barış’ı da kışkırtıyor ve yokuş aşağı kendimizi bırakıyoruz… Ta ki aşağıdaki çeşmeye kadar koşuyoruz… Koşarken bir ara kanatlarımın olmasını ilk kez duyumsadım.
İşte bu noktadan sonra saatler süren daha yoğun bülbül sesleri içindeyiz… Yol boyu on binlerce sinek içinden geçiyoruz, bayır yukarı verdiğimiz ayak üzeri molalarda yarenlik etmeye devam ediyoruz...
Az ilerdeki tepede yarım saatlik uyku molası verildi…
Talat Bey, Barış, Gülay ve ben yarenlik yaptığımız için uyumaya vakit bulamadık… Tekrar yollardayız… Bu kez güneşin sıcaklığını ensemde hissediyorum… Saatler sonra başka bir yayladayız… Basacakalan Yaylası… Köylü kadından taze peynirler alınıyor… Ve öğle yemeği bu yaylada yeniyor… Gülay fazla ekmek yememem konusunda sık sık uyarıyor… Çünkü yaklaşık altı saatlik daha yolumuz var…
Tepelerden iniyoruz… Çıkıyoruz… Bitti derken diğeri, bitti derken bir diğeri… Hepimiz yorulmuştuk ama bir çift vardı ki Gamze ve Hasan GÖLER çifti onların hali ve birbirlerini koruma hissi hala gözümüzün önünde…
Şu anda artık tepelerin en ucundaki 1500 metre yükseklikten 650 metre aşağıdaki Sülüklü Gölü seyrediyoruz…
Sanırım fotoğraftaki güzelliği sizde beğenmişsinizdir… Gülay’la birlikte Sülüklü Gölü böylece tüm dört yöndeki tepelerden seyretme şanslılığını yakalamış oluyorduk… Burada fotoğraf ve kamera çekimleri tamamlandıktan sonra Tavşan suyu deresi kenarındaki toplanma noktamıza varışımız yaklaşık iki saati buldu… Tepeden aşağı inerken yokuş öylesine dik idi ki anlatamam… Ayaklarımızın ağrısının tadına bile varamadan kemikli sivrisineklerin taarruzuna maruz kaldık…
Soktukları yer anında şişiyordu… Sözüm ona haşarat kovucu ilaç da sürmüştük…
Dere kenarına vardığımızda ilk yaptığımız iş defalarca dondurucu su içine ayaklarımızı sokmak oldu…
Sonra mangal partisi, sucuklar, köfteler Hüseyin Bey bağırıyor… Köfteler daha var diye… Ama bizim için iki adedi geçmek yok… Gülay’la öyle karar aldık…
Onca emek heder olmamalıydı…
Dönüş yolculuğumuz… Biraz sohbet ve türkü söyleyenleri dinleyerek, çoğunlukla da uykuyla geçti diyebilirim…
Yorgunluk olmasına rağmen hiç kimsenin yüzünde keyifsizlik veya pişmanlık yoktu…
Sadece kendine ve yoldaşına güven ve dik duruş vardı…



Mehmet YÜCEBİLGİÇ
31MAYIS-01HAZİRAN 2008

26 Mayıs 2008

"BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU" ADLI ROMAN İLE "SEN NE DİLERSEN" İSİMLİ FİLM

YAPACAKLARINLA KENDİNİ ŞAŞIRT

Birkaç haftadır, doğadan uzaktayım, Gülay’ın da Ankara da bulunduğu bu süreçte neler mi yaptım?
Aklımda iz bırakan iki şey…
Birincisi; Kızımla baş başa seyrettiğim “SEN NE DİLERSEN” filmi,
İkincisi; Okuduğum “BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU” isimli roman…
Doğrusu bu ikisiyle de edindiğim ve beni ortak düşüncede buluşturan “ŞAŞIRTICI ALIŞKANLIKLAR” edinimimi paylaşmak istedim…
Birincisi; Yönetmenliğini Cem Başesgioğlu’nun yaptığı, Tuğçe için daha da önemlisi, küçüklüğünden beri idolü olan,
Zeynep ablasının (ZEYNEP ERONAT) 2006 yılında Adana Altın Koza ve Ankara Uluslararası Film Festivallerinde ödül aldığı film: Filmi sinema ortamında seyredebilmek için, salonda gerek ışık gerekse ses düzeni ayarlamasında oldukça özen gösterdi… Filmi seyredeli otuz dakikayı geçmişti ki… Sıkıntıdan patladım, hala filmin konusunu kavrayamamıştım… Belli etmemeye çalışıyordum…
Keza kendisini yandan izlediğimde pek keyifli ve filmin içine düşercesine izliyordu… Biraz da onun anlayıp keyif aldığı bu filmi, ben neden anlayamamış ve konuya takılıp kalmıştım…
Film ile Kızımın filmi iştahla izlemesi arasında sıkışmış kalmışken… Daha da duramadım…
Kızım! Ben konuya giremedim, kim hangi rolü oynuyor, parça parça sahneler, kim, hangi sahnede, ne bileyim? Daha çok soru soracaktım ki?
Sözcükler ağzımda kaldı…
Baba! Konuya “takılma” henüz film bitmedi ki, oyuncuların rolüne, makyajlarına, mekâna, görüntüleri çekime alırken kadrajlamaya ve çevreye bak…
Tamam dedim… Dedim de gözüm ekrandaki “SEN NE DİLERSEN” filmindeyken…
İkinci us ekranımda ise; çocukluğumdan beri seyrettiğimiz… Filmler sırasıyla akıp gidiyordu… Sinemada filmi seyretmeye başladığımın ikinci dakikasında sadece ben değil sinemadaki tüm seyirciler… Konuyu çözümlerdi… Ya oğlan ya da kız fakir veya zengin veya tekerlekli sandalyede olurdu, babaları evlenmelerine ya yardımcı olur genellikle de karşı çıkardı… Oğlan kızı kaçırırken kızın babası görecek diye Allahım! Bütün sinemadaki seyircilerle birlikte nasıl bağırır, çığlıklar atardık anlatamam…
Şimdi ise; öyle değil film bulmaca gibi; eskiden olduğu gibi “hazır lob” yok, filme kendini vereceksin, aklında sorunların varsa unutacaksın, hatta tuvalete dahi gidip ara vermeye kalkmayacaksın… Ne demek çekirdek çitleme, kuru yemiş yeme dikkati dağıtırsın…
Sonra da filmi anlamak için başlangıçta gösterilen yönetmenin adında takılıp kalırsın…
Alışkanlıklarımın tersine arınmış bir şekilde seyre daldığımda… Film ortaya çıkıverdi…
Film de, Kızımın dediği gibi, Makyaj da, roller de yerli yerine oturmuştu usumda…
İkincisi ise; İtalio CALVİNO’nun “BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU” isimli romanı okurken edindiklerim…
Yazar, Küba’da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldikten iki yıl sonra İtalya’ya taşınırlar, 1985 yılında hayatını kaybedinceye kadar sayısız ödül alan, bana göre feylesof düşünceli biri.
Romanı da filmde yaptığım gibi dikkatle takip etmez, alışıldık bir roman gibi okumaya kalkarsanız… Roman okuma keyfinizi yitirebilirsiniz…
Öncelikle Kitabı okumaya başlamadan tavsiye edebileceğim… Yazarın da belirttiği… “RAHATLA… TOPARLAN… ZİHNİNDEKİ DÜŞÜNCELERİ KOV GİTSİN. SENİ ÇEVRELEYEN DÜNYA BIRAK BELİRSİZLİK İÇİNDE YOK OLUVERSİN” komutları, koşulsuz yerine getirdikten sonra okumaya başlamaktır…
Eskiden olduğu gibi alışkanlıklarınızın esiri olmuşsanız… Okuduğunuz şeylerin ayan beyan ortada olmasına alışmış bir okur iseniz…
Okumaya çalıştığınız romanı yarıda bırakmak zorunda kalırsınız…
Ben de yarıda bırakmaya ramak kalmak üzere iken; yazarın verdiği telkinlere- aynı kızımın filmi seyrederken verdiği taktikler gibi- uyarak okumaya başladığımda kitabın nedenli ustaca yazıldığını anladım…
Nasıl mı? Yazar sana roman kahramanı rolünü benimsetiyor… Kahraman, erkek okur sonra kadın okur… Romanı yazar değil sen yazıyorsun hayır…hayır hem de Sen oynuyorsun…
Tek düze bir anlatım yerine birbirine benzemeyen konularda ve yazarların yazdığı on adet roman girişi diyebilirim…
Romana başladığım da deneme tadında demiştim, sonra öykü yok yok roman, inceleme ne bileyim? Tüm edebi yazı türleri usumdan aktı gitti tanımlayamadığım… Ayrı tat ayrı bir lezzette, daha önceleri yemediğim yemek, görmediğim doğa tadında bir eser idi…
Öylesine şaşırmıştım ki… Tekrar tekrar yazarın kendi romanı ile ilgili eleştirilere verdiği cevabı okudum…

Bildiğimiz veya öğretilen yıllarca gerçek haline getirdiğimiz “ALIŞKANLIKLARA” hiç mi hiç benzememe karşısında… Yine şaşırdım…
Böylesine düşüncelere nasıl ulaşabiliyorlardı… Onun alışkanlıkları yok mu idi?
O kendisini şaşırtmaktan keyif almış… Ama beni de şaşırtmıştı bir bilinmeyen türle…
Aklıma bir yazarın şu cümleleri geldi…
KENDİNİ YAPACAKLARINLA ŞAŞIRTACAKSIN…
SONRA DA BU HAYATIN NE KADAR İÇİNDESİN,
ONU DÜŞÜNECEKSİN…
Tüm bu okuduklarım; inanın, kendini doğada yönünü kaybetmiş bir doğa gezgininin veya dağcının yönünü bulmada ki gayretini anımsattı…
ŞAŞIRMA, HEYECAN, MÜCADELE VE YENİ DENEYİMLER EDİNME...


MEHMET YÜCEBİLGİÇ
26MAYIS2008

4 Mayıs 2008

YÜREĞİMDEKİ DEĞİŞİM SANCISI

ANNELERİN, ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN

“Yüreğimde sancı var…
Sarıl bana…
Beni biraz anlasana”…
Şarkı sözlerinden bir tutam…
Kendinizi şarkının sözlerine kaptırdığınızın farkına vardığınızda hemencecik diğer farkındalıkların kapısını açıverirsiniz…
Ben, şimdiye kadar bu tür şarkıları dinlemezdim… Dinlemezdim dediğiniz yıllar, sanki dün gibiymiş gibi de yakın geçmişi düşünüverirsiniz…
Oysa yıllar, geri de kalmıştır da şimdi, bir şarkı sözüyle, yirmi beş, otuz yılı kısa bir süre gibi düşünüverirsiniz… Neyse sizi de kendim gibi süreye takılı tutmayayım…


Dinlemezdim de ne oldu bana, şimdi dinler oldum?
Hem de yüreğindeki sancıyı, yüreğimde hissediveriyorum…
Dediğiniz… İşte bu “an”: Aramaya başladığınız “kendinizi bulmaya” başladığınız, kurguladığınız “değişimin”; toprağı yırtarcasına delmeye ve yüzünü güneşe göstermeye başladığı, “sevdiğiniz” ama onun “size katlanmalarını alışkanlık” haline getirdiğiniz “aşkınızı” tekrar fark etmeye başladığınız “an”dır…
Değişim… Evet değişim sancısını yüreğinizde hissetmeye başlıyorsunuz ama… Henüz emekliliği yaşıyor veya hassas ve kırılgan bir yapıya sahipseniz: Usunuzun arka bahçesindekiler size uygulama fırsatı verir mi?
Yıllardır, peşinde koşuşturduklarınız, gerçekleşmeye çalıştırdıklarınız, anlamaya bile gayret göstermeden ya da size bu böyle yapılır dedikleri için yapmak zorunluluğunda olduğunuz… Var olma gayretkeşlikleriniz…
Tüm bunlar; kendi sosyal ve ekonomik yeterliliğiniz için… Anneniz babanız… Sonra eşiniz… Sonra da çocuklarınız… İçindi…
Geçmişteki tatil, bayram, anneler, babalar, sevgililer veya doğum günlerini; yaptığınız işin, öncelik alması nedeniyle ıskalanan günler olarak hatırlarsınız.
Ya da kendi annenizin anneler gününü, çocuklarınızın bayramını kutlamadan; zorunlu olduklarınızı, öncelikle kutladığınızı hatırladığınızda kendinizi hayıflanırken buluverirsiniz…
Ohhh deyişinizi ve içinizi çeker gibi bir haliniz olduğunu görür gibiyim…
O zamanlar temel düşünce; yaşamınızın büyük bölümünü hep birilerinin- çalıştığınız kamu kurumu olsa dahi- isteklerine göre hatta kendi eş ve çocuklarınızın da istek ve arzularını yönlendirmeler sarmalında yönlendirmeniz kaçınılmaz idi… Bunlara bir de anne ve babanızın ve yakınlarınızın dileklerine göre ayak uydurmayı eklerseniz…
Kendiniz gibi eş ve çocuklarınızın da istekleri hep askıda kalacaktır…
Şimdi artık… Bu yaşanmışlıkların tekrarını asla ve asla istemiyorsunuzdur…
Çok ilginçtir… Tüm bu düşünceleri düşünmüş ve yaşamış olmanıza karşın birden bencilleşiveriyor…
Özellikle Eşinizden, çocuklarınızdan kendi düşüncelerinize göre davranış göstermesini bekler duruma düşüveriyorsunuz…
Ne garip bir çelişkidir… İki ruhlu bir hal içinde gibisinizdir…
Ben yaptım… Şimdi onlar da yapsınlar düşüncesi…
Kendinize yapılanlar ile kendinizin yapmak istedikleri ve istemedikleri arasında sıkışmış bir haldesinizdir…


Kendinizi de, yağmurda ıslanmış burnunuzdaki damlacıkların yere düşmesiyle birlikte o damlacıkla birlikte yerin bin fersah dibine gitmiş gibi hissediveriyorsunuz…
Bu alışkanlık haline gelmiş veya sarmalında yaşanılan duygu ve düşüncelerin tutsaklığından kurtulmanın nedenli zor olduğunu sanırım anlatabildim…


Oysa… Bu öyküye dönüştürecek anlatımlar sadece ve sadece kendinizi haklıyım dedirtecek anlatımlardan uzak, belli bir dünya görüşünü dayatmadan sadece bir sarmaşığın dalları ve yapraklarının birbirine sarınarak büyümesi gibi özgün ve öz gelişimine özen gösterecek hassasiyette olması gerekecektir…
Ne mutlu alışkanlıklarının ve özverilerinin tutsağı olmayanlara ve bu değişimde kendilerine benim sahip olduğum gibi yardımcı olacak “can dostu” bulunanlara…
Sana çok teşekkür ederim…
Benim biricik aşkım ve çocuklarımın annesi…
Anneler günün kutlu olsun… Nice anneler gününü beraberce kutlama dileğimle…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
04 MAYIS 2008