Kamışlı yaylasında, molada öylesine dinlenmiş ve olumlu enerjiyi almıştık ki sıra ikinci etaptaki yürüyüşe gelmişti.
Hemen hemen Ayakizlerinin yarısından fazlası yürüyüşe başladı.
Yürüyüş, Kamışlı yaylasından başlayıp güney köyünün karavanlar mahallesinde bitecekti… Ve geceye de sarkacaktı…Bu bir keşif yürüyüşü idi ve yürüyüşe 1530’da başlandı… Devamlı rampa çıkıyoruz, çıktıkça da manzara daha da güzelleşiyor. Doğa, hoyratça neyi var neyi yok sergiliyordu…

Güzellikleri yakalama ve bu güzellikleri başka bir anlatım biçiminde anlatmaya çalışanların deklanşörleri hiç susmuyordu.
Yükseldikçe toprağın yumuşak yüzü donuklaşıyor, havanın şefkat veren koruyuculuğu da ortadan kalkıyordu, özellikle parmak uçları soğuktan etkilenmişti ki onların da yardımına eldivenler koşuverdi…

Önümüzdeki tepeyi aşmak üzereydik ki güneş artık elveda diyordu… Kısa bir molayı müteakip tekrar yürüyüşe başladık...
Bizler, önümüzdeki tepeyi de aştıktan sonra diğer tepeye, orman içinde ilerlerken karanlıkta sadece önümüze bakmaktan midemiz bulanmaya başlamıştı ki…
Öylesine kuvvetli bir ışıkla karşılaştık, sormayın, şaşırmadım dersem yalan olur…Bu yarasaların uçuştuğu, Drakula’nın kurbanının boynundan kanlarını emdiği, Frenkeştayn’ın yakaladığı güzeli keskin bıçaklarla dilimlemeye çalıştığı, kurtların, kurt adamların avı olmaktan korktuğu, kötülüklerin kol gezdiği bir dolunaylı geceden çok… Eski çağlardaki, Dolun ile İntera’nın aşkı destanındaki gibi; “Dolun’un çok isteyip de bir türlü kavuşamadığı “İntera”sına; aşkını, sevgisini ve bir türlü bulup da getiremediği “yaprakları gümüşten, tomurcukları elmastan çiçek” yerine dünya dışından parıltılarını yansıttığı yirmi sekiz günden biri olan bir geceydi…
Hepimiz, bir türlü varamadığımız tepeye geldiğimizde…
Bayır aşağı inmeyi düşlerken…

Hüseyin Beyin bu kez” kıvırcık bon bon saçlı ikiz bonusuyla” karşılaşıverdik…
“Dolun” öylesine gayretkeşti ki onun etrafımızı öylesine aydınlatması, Çelik Ali Beyin, Selim Beyin tüm patika ve yön taramaları, Birol Beyin elektronik yön algılama cihazı da bizim yönümüzü bulmamıza yardımcı olamayınca…
Yine iş, Hüseyin Beyin yön bulma yeteneğine kalmıştı…
Otuz sekiz Ayakizi, iz peşinde orman içinde öylesine uğraşı içindeydi ki, acaba bu uçurumlu sırtlarda gündüz olsaydı da kaç kişi yürürdü?
Oh! Düz bir açık alan, kısa bir mola… Gülay oturmayınca, ben de oturamadım… Ayakta dinlenme daha iyi olurdu… Keza oturunca kim kaldıracaktı?
Reşat beyin… Nihavent makamından söylediği şarkılar… Bizleri öylesine coşkulandırdı ki… Verilen coşkuyla…İnanır mısınız?
Saatler boyu hemen hemen hiç kimsenin gıkı çıkmadı…
Köy ışığı görünmüştü de bu köy hangi köy idi?
Bir ses, burası Güney Köyü… Buradan yarım saatlik yolunuz kaldı diye bağırıyordu. Köylü amcam…
Bayır aşağı saatlerdir, devam eden yürüyüşle, dizlerimizdeki balatalar ısınmış duman bile çıkartıyordu…
Acı, olmaz olur mu, acı?İşte kendi isteğimizle elde ettiğimiz, acı bu…
Bu acıdır ki; beyni düşünceler kervanının peşine düşmekten alı koyan, sadece o anı yaşatan ve başka bir anı yaşamanıza olanak vermeyen, belki de en sevdiğinizi dahi hatırlatmayan, Sadece… Düşüncelerinizi önce kışkırtıp, sonra kamçılayan, ama fevri hareketlerden alıkoyan, bedeninizdeki ağrıyan en küçük organ veya kasınızın dahi ayırdına varmanızı sağlayan… Acı… Bu acıdır…

Bereket Hüseyin Bey, Atilla kaptanı yanımıza çağırmış, daha fazla yürümeden aracımıza bindik…
Yaklaşık 16 kilometre süren bu yürüyüşü: Dolun’un aşkını İntera’sına gösterdiği parıltılı bir gece olarak anımsayacağım…
Ha! Bir de… Hüseyin Beyin Kıvırcık Bon bon saçlı ikiz bonusunu…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
+067A.jpg)


+001.jpg)

+002A.jpg)
+008A.jpg)
+050.jpg)
+011A.jpg)
+096A.jpg)
Turşunun bu kadar düzenli kesildiğini, “Kaçkar’larda Balayı” kitabının yazarı ve yaşayanı Sevgili Murat Selçuk’un sevgili eşinde gördüm dersem yalan olmaz…
İkinci etap yürüyüşü; hem zorlu bir yürüyüş olacak hem de geceye sarkacağı için, Gülay gibi ben de çok az yedim… +118A.jpg)
Sağ olsun Hüseyin Beyin BONUSU da eklenince yemeği fazla kaçıranların halini görseydiniz…
Bu hafta sonu yürüyüşümüz; Bursa/ Gemlik ile Yalova/ Kurtköy arasında idi.
İstanbul’da lodos almış başını gidiyor, her şey uçuşuyor, sonra bastıran sağanak yağmur altında biz Ayakizleri doğa tutkunları, Bilecik yollarında Osmaneli’ne doğru yol alıyoruz.
iki saat boyunca bol adrenalinli yamaç inişi ve dere içinde ağaçlarının üzerinden atlayarak, bol terli bir yürüyüşten sonra bu kez tırmanmalı bir seri başladı. Zorluk derecesi oldukça yaman idi, ama erk yapıcı yürüyüş idi.
Belenalan köyüne varışımız dört buçuk saati aldı, tepeyi aşınca Köy kırmızı kiremitleri kerpiç evleriyle çok güzel görünüyordu. Köyün mezarlığında dalgalanan bayraklarımızı fark edince köyün iki şehidi olduğunu anladım. 
Helâ bakımsız. Dışı beni, içi de yaşayanları yakan bir köy… Muhtara çok iş düşüyor…
Köylüler, bu şartlara rağmen insanlık dersi veriyor… Hizmet etmek, misafirperverliğini göstermek için didinip duruyordu…
Başlangıçta ahmakıslatan yağmur, sonradan rüzgârla birlikte akıllı ıslatana dönüştü. Saat 1930 doğru köye varıldı. Ayakizlerinin kamp köyü olan bu köye ilk defa geliyorum, üzerimi değiştikten sonra baş ve sünizit ağrısına rağmen kahvehanede oturmaktan büyük bir keyif aldım.
Muhtar Tahsin Bey atmaca gibi… Biraz sonra sürpriz haberi yankılandı…
Sıra, yağmur nedeniyle bir evin avlusundaki sundurma altında yapılan Zuhal ve Osman’ın Kına Gecesine gelmişti.
Gelin; geleneklerine göre kına gecesinde kaftan giyermiş ancak Ayakizleri görsün diye gelinlik giymiş. Ayakizlerinin katılımı ile kına gecesi; oyun havalarıyla birlikte düğüne dönüştü…
Birlikte oynandı, fotoğraflar çekildi, genç çift adaylarına mutluluk dileklerimizi ileterek ayrıldık…