15 Aralık 2009

SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YAKALAMAK

SONBAHARDA GEMLİK-YALOVA-KURTKÖY MUŞMULA PARKURU YÜRÜYÜŞÜ

SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YAKALAMAK


Her yıl Sonbaharı, doğanın bağrında dostlarla birlikte olmak için öylesine özlemle bekleriz ki… İşte düşlediğim Sonbaharı yakalayabilmek için Ayakizleri doğa yürüyüş tutkunları ile Gemlik yollarındayız… Eski hisar’dan Yalova Topçular’a vapurla geçişimiz bir başka güzeldi… Vapurda, martıların çığırışlarına onlara attığımız simitlerle eşlik ederken…

Yanımıza yanaşan pek de cana yakın iki yabancı bayanla; giymiş olduğum montun renk benzerliği nedeniyle, yolculuk boyunca “kanka” olduk diyebilirim… Japon sandık ama Singapurlu imişler…
Türk olarak tanışma biçimine “nerelisin hemşerimle” başladığımız için… Mont renklerinin benzerliğinin tanışmaya fırsat vermesini ilk kez deneyimledim diyebilirim…


Yolculuk Gemlik’te küçük bir dinlenme molası ile kesilirken …Aracımız Samanlı dağlarının bayırlarını zorlana zorlana çıkarken bizlere günaydın diyen “koca yemişlerle karşılaştık….Hurra….İki araçta çalılıklar arasında kaybolmuştu…Bu yıl kocayemişler çok bol….Aman fazla yemeyin…Çünkü ishal olursunuz…Dense de pek aldırış eden de olmadı…



Koca yemiş molası sonrasında bu kez yürüyüşe başlangıç için inildi… Yağmur beklentisine karşın tozluklar kuşanıldı… Belirli bir süre bayır yukarı çıkış zorlasa da ilk yirmi dakikalar hep böyle oluyordu…


İçindeki… Çocuk rahat durmuyor…
Sonbaharı arıyordu…
Sevdiğim yanımda, yavaş yavaş yürüyüş kolunun gerisinde kalarak…
Doğaylabaşbaşa’lığı yudumlamayı sonbaharın tüm renklerini sırtındaki giyside taşıyan…
Yer yer de artık giydiği giysiden sıkılıp çıplaklığı tercih edercesine üzerindeki yapraklardan kurtulmayı tercih eden doğanın sessizliğini içselleştirmenin zamanını kolluyorduk…

Az ilerde ormanlık alan Sonbahar işaretini vermeye başlamıştı…
Vadi tabanına indikçe her iki yanımızdaki ormanlık, vadi dışındaki ağaçlıklara nazaran
yapraklarından henüz sıkılmamışlardı…
Ege’nin Meltemi andıran esinti…
Doğanın gerçek sesini kulaklarımıza fısıldamaya başlamıştı…


Ses ve sessizlikten bahsedince aklıma Kızımdan aldığım Vural Yıldırım ve Tarkan Koç tarafından kaleme alınan özellikle “felsefe okurlarına tavsiye edeceğim” MÜZİK FELSEFESİNE GİRİŞ” isimli kitaptan, bir alıntıyla düşüncelerimi sıralamak istiyorum…


“Ses; görüngü olarak doğanın içinden kendi nesnel dayanağını hazırlar… Sesi çıplak olarak bulamazsınız o her zaman kendini saklar; bir taşın arkasına, bir damlanın kütlesine ya da rüzgârla dalları savrulan bir ağacın gövdesinde… Ortaya çıkar.”

Sessizlik; varlığı dinlemek ve aynı zamanda varlıktan haberdar olmaktır. Varlığı dinlemek; onun görünüşlerindeki gelip geçiciliği değil ama onun hep öyle olduğu, olacağı ve onun apaçık gerçekliğini hissedebilme yetisidir.

Sessizlik; varlığın kesinliğinin ve bilincinin ilk anıdır. Çünkü duyularımızın bilincine sessizlikte varırız… Sessizlik, varlığın kendini duyurma biçimidir…
Sessizlik, varlığın; müziği, varlığın özgür alanıdır. Sessizlikle kendimize yönelir, evren ile bütünleşiriz…



Sessizlik aslında insanın kendi varoluşunun sınırıdır, diğer var olanlarla arasındaki sınır ve o dış dünya arasındaki sınır. Kısacası bir köprü… İletişim köprüsü… İletişim bağı veya dilidir…
Doğadan kopan ses insan usu ile insanı da doğadan soyutlar, eğemen ve bağımlı kılar. Doğa var olandaki sisi ses ile aralar… Bu şekillenmenin en belirgin formu sanattır. Sessizlik sese, ses ise söze dönüşür”

Bu düşüncelere ilave olarak benim de “doğanın sessizliğinden yakalamak istediğim şey veya beni götürdüğü yer”;
"duyu organlarımın etkisi olmadan doğanın bağrında” algıladıklarımın” beni nerelere götüreceği veya götürdüğü ve bana ne hissettirdikleri veya hissettirecekleridir"...




Gözlerimizle atomu ve atom altı dünyayı (varlıkları) göremediğimiz gibi evrendeki pek çok büyüklükleri de göremeyiz… Görememekteyiz… Duyumsadığımız kadar biliriz… Bilinen veya sunulan kadar bilmekteyiz…


O halde beş duyu ile duyumsamanın ötesinde; algılayabileceğimiz, algıladıklarımızı zihnimizde şekillendirebileceğimiz… Yer; doğanın bağrı ve sessizliğidir…

Esas olan hissettiklerimizin “o an” için dahi olsa bize yaşattığı “anlık deneyim” ve “anlık heyecanı ve Keşfi”dir.(*)

Karşımızda bir ağaç ancak öylesine albenili ki tüm grup o ağacın fotoğrafını çekiyor…
O ağaç daha önemseniyor… İşte o an ben ve Gülay da bu deneyimi yaşamak istiyoruz…






Yürüyüş temposu, buna benzer görünümleri yakalayabilir miyiz? Düşüncesi ile daha da artıyor…

Ve peşi peşine bu anları yakalamanın mutluluğunu ve ayrıcalığını yaşıyorduk…







Bir kırmızı mantar bizleri yalnız bırakmadı…






Arkalardan bir ses yankılanarak bize kadar geliyor…
 Hüseyin Bey…
Yol sapağında durmanızı istiyor…


Her yıl yol sapağından sonra belimize kadar öylesine çamurdu ki…
Şimdi ne zaman çamura gireceğiz düşüncesi hâkim idi…
Bu hâkim düşüncenin Sonbaharın naif düşüncesini ve keşfini kovmasına izin vermiyordum…

Bu sihirli, dinç ve dingin dünyayı; burnuma gelen köyün sobalarından çıkan meşe odunu kokusunu hissedinceye kadar devam etti… Köy içine girmeye başlamış… Elektrik direklerindeki aydınlatmalar artık bizleri aydınlatır olmuştu… Köy kahvesinde artık karın doyurma ve botlarımızdaki çamurlardan kurtulma düşüncesi… Hâkim olmaya başlamıştı…

Izgaralar yapıldı, giysilerimiz değiştirildi ve artık dönüş yolunda idik…

Bir daha ki yıl SONBAHARIN SESSİZLİĞİNİ YUDUMLAYINCAYA kadar… Diğer ne gibi deneyimleri yaşayacağımızı şimdiden düşlemekteyim…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ
15 KASIM 2009
İSTANBUL
(*)Amacım ta insanlık tarihi ile başlayıp hala devam eden “ Varlık evreninin, düzenini çözümleme veya bunun nedenselliğini araştırma” olmadığını belirtmekle birlikte…
Varlığın; tarih boyunca filozoflar tarafından incelemelerinde ( ilk olarak inceleyen Hintliler olarak bilinmekte) temel bağıntılar hemen hemen birbirine benzer olduğudur.
Özellikle Felsefe düşkünlerinin de anımsayacağı gibi… Varlık Evreni: Materyalizm’de; insan zihninden bağımsız olarak bir madde dünyası, Orta çağ İslam ve Hıristiyan felsefelerinde (Türk düşünürlerinin de felsefelerinin veya önermelerinin İslam düşüncesine dayandığı bilindiği için ayrıca Türk olarak belirtmedim.)Tanrının yarattığı her şey, İdealizm felsefesinde ise… Her türlü varoluş insanın düşüncesindedir. Platondan itibaren biraz daha şekillenerek Schelling çizgisinden giden Hegel, “düşünce ile varlığın aynı şey” olduğunu ortaya koymuştur…

8 Aralık 2009

FEVZİYE_YENİ SÖLÖZ (KURBAN DAĞI) YÜRÜYÜŞÜ

FEVZİYE’DEN SÖLÖZ’E Mİ? DERDİNİZ NEYDİ...YA!

Yeni Sölöz beldesine ulaştığımızda; evlerin bacalarından ve pencerelerden sokaklara uzatılan soba borularından dumanlar öylesine tütüyordu ki… Birden çocukluğuma dönüverdim…Hemen gerimde Adana’nın Sarıyakup mahallesinin sokakları, düdüğünü öttüren bekçinin düdük seslerini anımsayıverdim… Ne güven verirdi… O tiz bir kesik sonra uzun sonra da iki kesik düdük sesleri daha huzurlu bir uykunun habercileriydi…

Ne hırsız ne de sokakta kendini bilmez sarhoşların naralarına olanak tanımazdı… Neden bekçilerin burma burma bıyıkları vardı? Onu çözümlemiş değildim… Karşımdan gelen bastonlarından güç alarak yürüyen aksakallı dedelerle karşılaşıyoruz…


Yüzleri nurlu dedeler… Kısık sesle...

-Nereden böyle…Nerelerden gelirsiniz…?

-Fevziye’den amcam…

-Ne! Fevziye mi?

-Oğlum aklınızın zoru neydi… Bu akşam vakti…

-Amcam… Doğa tutkusu… Akıl gerektirir mi?



-Aklı zorlayanların hepsi ile şimdi karşılaşacaksın… Gerisi geride tam kırk sekiz Ayakizi… Sakallısı da bizi buralara getiren ekibimizin aklı evveli…

-Biraz ötede çarşafına sarınmış yanında kocası belli ki akşam gezmesine gidiyorlar… Onlarla selamlaştık…




-Beldenin meydanına vardığımızı meydandaki kahvehanelerin önüne sıralanmış daha gençler ve orta yaşlılarla karşılaştık… Tesbih tanesi gibi sıralanmışlar… Hararetli hararetli neler konuşurlar dı?

Aklımda ki ilk şey sırılsıklam olmuş giysilerimi bir an önce çıkarmaktı… Öyle de yaptım… Sanki duştan çıkmış gibiydim… Sanırım… Yürüyüş boyunca en az üç kilo ter atmıştım… Sırtçantamdaki… Yaklaşık bir buçuk litrelik su bitmişti…

Gecenin karanlığı bana birden sabahın alaca karanlığını anımsattı…

Sabahın erken saatlerinde Gülay’la vedalaştıktan sonra sokağa çıktığımda, havanın bu denli kara olacağı hiç aklıma gelmezdi… Mecidiyeköy’de aracımızı beklerken Atilla Bey neden böyle gecikti diye düşünürken karşımda aracı beliriverdi… Günaydın diyerek araca bindiğimde… Tanıdık yüzlerle hemen selamlaştık… Aracımız bir bir dolarken… Üçüncü yılın sonunda Ayakizleri’ni dolup boşalan bir testiye benzettim… Yeni yüzler… Yeni yüzler… Tek amaçları doğayı yudumlamak… Olunca yeni yüzler sadece zenginlik ve zindelik olarak akılda kalıyor…

Bir bir araç doluyor… Yol alıyoruz… Parkurun zorlu olacağını Hüseyin Bey göndermiş olduğu mailde bildirmişti… Katırlı Dağları diğer namı değer adıyla Kurban dağı… Osmanlı imparatorluğunun kuruluşunda Bursa’nın emniyetini ilerden sağlayan ileri karakolların kurulduğu dağ bloku…

Yalova’ya feribotla geçtikten sonra Umur Bey'deyiz…


Kurtuluş savaşının Galip Hocasının köyü…





Doğduğu ev ve meydanda ki Atatürk ve Celal Bayar heykeli önünde fotoğraflar çektirdikten sonra şöyle kısa bir tur attım… Yüz yıllık konakların kendi başlarına bırakılışı içimi burktu… Hüseyin Beyin… Araçta “ Galip Hocayı tanıyor musunuz? Diye sorduğunda…Birkaç kişinin tanıması ayrı bir yürek burkulmasıydı…


Konu; Türkiye’me bugün yaşatılan koşulların geçmişimizin ne çabuk unutulmuş olduğu ile ilintili olduğunu: Henüz yeni bitirdiğim… Turgut ÖZAKMAN’IN "Türk Mucizesi Cumhuriyetin kuruluşunu" tüm inceliği ve belgeleriyle anlatan kitabı bitirdiğim de tekrar tekrar anımsadım…

Zeytin ormanları içinden aracımız yol alıyor… Ağaçların tepelerinde, yerlere dökülmüş, iki büklüm olmuş kadınlı erkekli köylülerin, zeytin toplamalarını izliyor… Onların aracımıza bakarken neler düşündüğünü merak ediyorum… Rakım gittikçe yükseliyor…

Fevziye köyünün camii göründü deniyor… Köye girişte satıcıların… Köye girişinin yasak olduğunu belirten talimat dikkatimi çekiyor… Ancak köy girişindeki nizamiye benzeri, kontrol kulübesinin neden yapıldığını talimatı okuyunca daha iyi anladım… Köye giriş kontrol kulübesi…Fevziye’deyiz… Hemen araçlardan inip kuşandıktan sonra… 1280 metre rakımlı Gürle tepeye tırmanışımız başladı…



Bakmayın Tezcan'ın kelebek gibi uçtuğuna henüz 470 metredeyiz…

Hemen bir eski çok katlı bir bina gözümüze çarptı… Dilmeler arasının kerpiçlerle döşenmediği ve lüle taşına benzer ponza taşları ile doldurulduğunu Selim Bey söyleyince fark ettim…



Hemen sol yanımızda Trabzon hurmasını gösterdi… Adana’da Çocukluğumdan beri yemediğim… Hurmalarla göz göze geldiğimde; ilkokul sıralarında ders çalışma bahanesiyle evlerime gittiğim Eyüp’lerin bahçesinde, ilk önce bu hurmalara nasıl dadandığımızı,annesinin; dallarını kırmayın diye nasıl bağırdığını ve o soğuk kış günlerini anımsadım…

Tepeye doğru bayır çıkışımız devam ediyor… Hava mevsim normallerine göre oldukça sıcak yağmur yok… Hemen Gürle Tepeyi kerteriz olarak tespit ettikten sonra pusulamdan istikamet açısını ölçtüm…



Ne olur ne olmaz yönümüzü kaybettiğimizde bu değerler işime yarayacaktı… Ya da mesleki bir alışkanlıktı, gerek yürüyüşe başlamadan birkaç gün önce harita etüdü yapmam gerekse ilk yardım çantamı yanımdan hiç eksik etmediğim gibi… Geçen yıllarda Melen Vadisinde bir yamaç yürüyüşü esnasında yamaçtan düşmüş, sol serçe parmağım kırıldığında da ilk yardımı yapan kırılan parmağımı yerine yerleştiren de Sevgili Gülay’ım dı… Şu anda yanımda yoktu ve… Dikkatli olmalıyım diye kendi kendime mırıldanıyordum…

Aman ne ter bu… tırmandıkça daha da artıyor… Bir ses tam zirvedeyiz… Rakıma bakar mısın? Tam 1280 metredeyiz… Yol ikiye ayrılıyor… Sağdan mı yoksa sol taraftan mı? Gideceğiz… Yanımda bulunan arkadaşlarıma benim hesabıma göre sağ taraftan gitmemiz gerekir dedim… Hüseyin Bey yanımızda beliriverdi. Parayı havaya attı… Ancak yazı mı? Tura mı? Yapması sadece bir gösteriydi… Belki de kafasının ardında “adrenalin vardı”…

Sağ değil soldan gitmeye karar verdi… Hepimiz arkasından takip ettik… Hatta Hüseyin Beye sağ yöne gideceğimizi söylesene demelerine rağmen… Hüseyin Beye saygısızlık olur, söylemem mutlaka bir planı vardır dedim… Biraz sonra sağ tarafa doğru yön değiştirmeye başladık… Mükemmel bir kayın ormanı… Derecikler bir bir geçiliyor… İnişler çıkışlar…


Yanımdakilere tek dileğimin geceye kalmamız ve biraz da yönümüzü kaybetmemizi diliyorum dediğimde… Bu dileğime pek anlam veremediler… Saatler bir birini kovalıyor… Kısa bir mola da bu yürüyüş ne zaman biter diye aramızda iddialaşıyoruz… Bir grup 17.45…diğer grup 18.00 ve ben de Cenap Duru beyle birlikte 18.45 diyoruz…

Yine bir yol ayrımındayız… Yanımda Haydar beyle en öndeyiz amacım… Hava aydınlıkken ormana girmeden karşı sırtlara geçiş sağlayan patikaları keşfetmekti… Ve patikaları da gördük… Yürüyüş Grubu yaklaştı ve sol yandan yürüyüşe devam edildi… düşündüğüm bi olmuştu… Artık geceye kalacak…


Önümüzde bulunan ormana giremeyecek… geriye Sağ yanımızda bulunan yamaçları ormanlık derin vadiye inip çıkacak onun ötesinde gördüğüm bir çöküntüden ( derecik)de geçtikten sonra yamacı çıkıp Yeni Sölöz’e doğru bayır aşağı inecektik…

Aynen düşündüğüm gibi de oldu Topografya bu düşüncemi dikte ediyordu…

Çalılarla kaplı dere tabanından bayırı tırmanmak ve önümüzde komando engeli gibi duran tel engeli ve yılkı ağaçlarının altından veya üstünden geçmek oldukça keyifli idi… Bu keyfi ve zorluğu sanırım fotoğraflar yansıtıyordur…

Bayır aşağı inişimizde geriye doğru baktığımda geriden gelenler bir yürüyüş grubundan ziyade “uçuşan ateş böceklerini” andırıyordu…Ya aşağıda ışıklarını gördüğümüz ama bir türlü ulaşamadığımız köyün görünüşüne ne dersiniz?

Yeni Sölöz Beldesine girdiğimizde saat kaç oldu diye sorulduğunda… Saatler 18.45 i gösteriyordu…Yeni Sölöz Beldesi gördüğüm beldelerin en bakımlı ve en temizi idi meydanında görkemli bir Atatürk ve çocukların birlikte olduğu bir heykel Zeytin kooperatifi… Ve ”MASÖR” SALONU…

SAAT 24.00 SULARINDA İSTANBUL’DA ARAÇTAN İNDİĞİMDE… HALA YENİ SÖLÖZ KÖYLÜLERİNİN SÖZLERİ KULAĞIMDA ÇINLIYORDU… BİZLER “SELANİK GÖÇMENLERİYİZ” …ATATÜRK’ÜMÜZ HEP BİZİMLEDİR…

Mehmet YÜCEBİLGİÇ

05ARALIK2009

İSTANBUL

6 Kasım 2009

DİŞ AĞRISI ÜZERİNE BİR DENEME

DİŞ AĞRISI ÜZERİNE BİR DENEME
Kaldı ki olaylar benzer olmasa da; bağlantı kurduğum ve yazmak istediğim şey: Yaşamın her zaman karşılaştığımız ama uç noktaları olarak algılamadığımız anları veya süreçleri üzerine bir deneme…
Yaşamımızda; karşılaşıp da pek de önemseyip üzerinde düşünmediğimiz yeknesak olaylar dizininin; aslında ruhumuzda nasıl bir devinim yarattığını pek düşünmez ve ayırdına varmayız…
Oysa Ünlü Türk düşünürü Ahmet Yesevi’den tutun da Nietzsche ‘ye ve burada adını yazamadığım pek çok düşünüre kadar bu noktaları çok iyi izleyip ruhlarındaki ve bedenlerindeki acı ve açmazların üzerinden gelebilmiş ve devasa eserlerini ve düşüncelerini ortaya koyabilmişlerdir.
İşte böyle bir düşünce dizininden sonra; diş ağrımın ve aylardır inatla kanal tedavisi için çektiğim acının, usumdaki yansımalarını sizinle paylaşmak istedim…
Bu dördüncü aydır… Dişten çektiğimi son yıllarda hiçbir şeyden çekmedim diyebilirim… Doğrusu… Blog sayfamızı takip edenler de Yarabbi… Ne şanslı kullar… Gam yok tasa yok… Ne ala gez dur… Deyişlerini… Duyar gibiyim… Olsun siz yine aynı düşüncenizi söylemeye devam edebilirsiniz?
Oysa yaşamın tüm koşulları da tek düze değil aynı doğa ve koşulları gibi kolaylıkları da var zorlukları da… Yaşanıyor ve üstesinden gelme becerinize göre ya altında kalıp eziliyorsunuz… Ya da sendeliyor ve sonra da kalan veya yeniden kazanılan güçle, kalkarak mücadeleye devam ediyorsunuz…
Şimdi bu düşünceme siz diyeceksiniz ki!
“Bu mücadele sadece “sağlığımızda ki bedensel olumsuzluklarla” değil ki bir de bunlara “ekonomik zorlukların” etkisiyle iç içe geçerek “varlığımızın etrafında çemberler oluşturduğumuz”… Diğer pisiko_sosyal veya psiko_somatik yani “ruh ve bedenimizin dengesizliğini “sağlayan olumsuzlukları da ekleyemez miyiz?”
İşte ben de… Bu noktayı dile getirmek istiyorum… Tek kelimeyle… Anlatmak istediğim şey de… Burası… Psiko_somatik sorunlarımızın… Temeli… Başlangıcı… Nerede?
• Dişiniz ağrıyor… “Ağrı ile baş başa kaldığınızda”; tüm dikkatiniz, öncelikle kanal tedavisi için oyulan dişinizin kovuğunda nabzınız ta… Orada atıyor… Oysa nabzınızın attığı yer alışageldiğimiz gibi… Bilekte veya şah damarının üzeri olması gerek mezmi? Ama öyle değil?
Ağrı ve acı şiddetlendikçe bedeninizde esen rüzgâr bu kez sizi… Ruhunuzdaki yarım kalmış, onarılmamış, kaşıyınca hemen kanayacak şuur altınızdaki “açıkta kalmışlıklara” sürükleyiveriyor…
• Kırıp dökmelerimizi,
• Kaybedişlerimizi,
• Gelgitlerimizi,
• Karmaşalarımızı,
• Pişmanlıklarımızı,
• Geç kalışlarımızı,
• Elden kaçırmalarımızı,
• Emeklerimizi,
• Hazır yiyiciliğimizi,
• Güçsüzlüklerimizi,
• Sıradanlığımızı,
• Küçük düşmelerimizi,
• Utançlarımızı,
• Hor görülmelerimizi. Anımsatıveriyor…
• Sonra birden farkına varıyorsunuz…
• Benim dişim mi ağrıyor… Yoksa ruhum mu?
Demek ki… Acı olunca onun da yeri “bedenden ruha sıçrayıveriyormuş”… Değişiveriyormuş?
“Ruhsal ve bedensel acıların sarmalından” daha fazla boğuşmadan hemencecik çıkmak istiyorsunuz… Ama çıkamıyorsunuz… Ve bir şeylere tutunma ihtiyacınızın olduğunu anımsıyorsunuz… Size Gri bulutların arasından göz kırpan güneşin altın saçlı şuleleri gibi…
İşte o kâbustan uyandıracak iki tutamak var;
Birincisi varsa sevdiğinin “ ilgisi ve Şefkati”,
• Diğeri ise “doğanın cömert ve duru kucağı”:
Direnç ve dayanma gücünüzün artmaya başladığının ve düzlüğe çıktığınızın muştucusu bu iki şey…
Muştularınızın hep artması dileğiyle…
Mehmet YÜCEBİLGİÇ
6 KASIM 2009